Loulou


'80 yapımı Maurice Pialat filmi Loulou'yu Isabelle Huppert için izledim..

Filmin hikayesiyse şöyle: Huppert (filmdeki adıyla Nelly..) evli bir kadın, Depardieu'ysa fakir bir genç.. Barda tanışıyorlar ve Nelly kocasını "ilk kez.." aldatıyor.. Kocasıyla arası bozuluyor, adam şiddet uyguluyor, sonrasında özür diliyor ve fakat Nelly çocukla otelde kalmaya devam ediyor.. Derken bi ara ondan da nefret ediyor, Depardieu bıçaklanıyor, kocasıyla sevişiyor, hamile kalıyor, çocuğu aldırıyor, ve yine Depardieu'ya geri dönüyor..

Fransızlara karşı önyargım malum, ve bu tür filmler de bu önyargımda ne kadar haklı olduğumu bir kez daha kanıtlıyor bence.. Zira Fransız filmlerindeki "doğal.." gibi gösterilmeye çalışılan son derece yapay erotik mizansenler bana hiç de hitap etmiyor; bu filmdeyse bolca bu tür mizansenlerle dolu halde-
benzer hislerim Fransız aksiyon sineması için de geçerli, neysse,,

Filmin burjuva kültürünü alaşağı etme gibi bir derdi yok tabii, ancak birkaç kez eleştirir gibi yapıyor; ancak bu eleştirme durumu da o kadar karikatürize bir düzlemde ilerliyor ki, filmde olan bitene anlam vermek son derece güç hale geliyor: Sergiye gitmek, kitap/dergi okumak, büyük bir evde hizmetçiyle yaşamak; barlarda içmek, düzensiz ilişkiler yaşamak, bekar evinde yaşamakla karşı karşıya gelince sıkıcı oluyor sahiden: Üstüne bir de cinsel güçleri arasındaki karşılaştırmayı yaptığımızda kapıyı şuraya aralayabiliriz: Entel erkekler iyi sevişemezken, fakir erkekler yatakta harikalar yaratabilir-
"filmdeki herkes misyonerde sevişiyor sürekli: Başka pozisyon bilmiyorlar mı??"ysa yanıtlanmayı bekleyen bir soru, neysse,,

Isabelle Huppert'se ışıl ışıl..



Read more

Üçlemenin Geri Kalan Parçaları: Eating Out ve Eating Out: All You Can Eat



[Geçmiş zaman olur ki..]

Q. Allan Brocka'nın yönettiği '04 yapımı filmi Eating Out, gay sineması adına bir ilki gerçekleştirmesiyle akıllara kazınıp ufak bir külte dönüşmüştü: Devamı çekilen ilk gay filmi.. Ne zamandır aklımda yoktu bu film, ta ki üçüncüsünün de yıllar önce çekildiğini öğrenene kadar.. Yani Eating Out, hem devam filmi, hem de bir üçleme oluşuyla gay sineması bağlamında sinema tarihindeki yerini almış durumda.. Bense Eating Out: Sloppy Seconds'ı izlemiştim ilk, hatta filmi blogda yazarken de "selefi izlenmemiş bir devam filmi.." olarak tanımlamıştım..

Filmin hikayesiyse kısaca şöyle: Kyle ve Caleb aynı evde yaşayan arkadaşlar, Kyle gay, Caleb'sa str8.. Tiffani'yle 24 gün çıkmasına rağmen sevişemeden ayrılması akabinde abayı Gwen'e yakınca umutsuz bir duruma düşüyor, zira ablamız gaylerle takılan bir yapıya sahip.. Kızı götürmek için gay taklidi yapması başına bir iş açıyor: Filmin arzu nesnesi Marc'la buluşan Caleb, geceyi Marc'ın ona oral seks yapmasıyla geçirip, üzerine de Gwen'le takılıyor.. Sonra işler karışıyor ve film aşkın kazandığı bir modda bitiyor..

Aşkın cinsiyetinin olmadığını, olmasına da gerek olmadığını gayet güzel, üstelik bir eğlenceli bir şekilde anlatıyor film, daha ne olsun??




Üçlemenin son parçası All You Can Eat'se '09 yapımı: Yönetmeniyse Glenn Gaylord.. Film, Mark ve Kyle'ın cenaze töreniyle açılıyor-
"Oyuncuları bu süprüntüde oynamaya ikna edemedik.." demenin başka bir yolu-
gerçi, öncesinde dehşet güzellikte bir açılış sahnesi var, ancak ondan bahsetmeyeyim.. Bu sahneyle beklentimiz artsa da, film -her anlamda, çuvallamaya başlıyor..

Hikayesi kısaca şöyle: Helen'in yanına yeğeni Casey taşınıp, Tiffani'nin (ekipten geriye kalan tek kişi..) manikür/pedikür salonunda çalışmaya başlar, semtin gay derneği için gönüllü olan Casey, Zack'ten etkilenir, ikili Zack'i etkilemek için nette fake bir profil açar ve Casey, Zack'i kendine aşık eder, ve fakat işe bakın ki fake profil için kullandıkları avatarın sahibi (Tiffani'nin exi..) kanlı canlı ortaya çıkınca işler sarpa sarar, finalde aşk kazanır yine..

İlk film ışığında ilerleyen filmi sevmedim bile, bundaki asıl paysa igğrenç adamlardı-
belki Ryan'a biraz şans tanıyabilirim, ancak hakikaten hiçbir göz zevki sunmamaları kötüydü.. Grup sahnesi keşke daha atraksiyonlu olsaydı..

Gelelim üçlemeye: Her ne kadar "feel good movie.." olsalar da, filmlerin zaman zaman fazlasıyla ütopik noktalara kaydığını belirtmek gerekiyor-
ilk filmdeki aile, son filmdeki Ryan'ın davranışları vs..
Bunun dışında bazı gaylerde -hep, olan "str8 fantezisi.." tüm filmlerin üzerine sinmiş durumda, hatta film her str8leri gaylerle etkileşime sokarak "niye doğamızı inkar ediyoruz??" moduna geçse de, beri yandan bahsettiğim str8 fantezisini her filmde kullanmasıyla da bir pazarlama taktiği güdüyor..

En azından mizahı için üçlemeye bir şans tanınması gerektiğini düşünüyorum..



Read more

Frozen


'10 yapımı Adam Green gerilimi Frozen, güzel (hatta basbayağı korkutucu..) bir fikri merkezine alıp sündürdükçe eskiten, eskittikçe ciddiye alınması zorlaşan bir film..

[Filmle tanışma hikayemse daha dün akşama dayanıyor, ülkesinden gelen sevgili yaratığı getire getire bu filmi getimiş yanında, kuzeyli adamların espri kabiliyetleri olmadığının uzun süredir farkındayım da, böylesine kötü bir şakayı da kaldırabilecek durumda değildim: Kayak severim, ancak öğrendiğimden beri klasik kayakla kayarım, snowboard korkum hep vardı-
motosiklet korkum gibi.. Kendisi sayesinde iki sene önce snowboard korkumu yenip iyi-kötü kaymaya başlamış, geçen sene kendimce intermediate olmuştum, upperlığa terfi etmenin keyfini çıkarmak içinse bu yılbaşında kuzey turu yapmıştık vs..]

neysse,, sadece haftasonları hizmet veren bir kayak merkezine kaymaya gelen 3 kayakçının telesiyejde mahsur kalmasını konu eden film, özellikle bacak kırılma sahnesiyle içinizi bir tuhaf etmeyi ciddi anlamda başarıyor..

Ve fakat, kurt saldırısı gibi "abartı.." gerilim trüklerine başvurmasıyla filmden uzaklaşmaya başlıyorsunuz: Günler geçmesine rağmen karakterlerin donmaması da ayrı bir hikaye..

Şöyle bir alıntı yapayım:
"Open Water'da, bir çiftimiz okyanusun ortasında kalıyorlar, yemekleri yok ve köpek balıkları gelip gelip gidiyor.. Isınmak için işiyorlar, sonunda köpek balıkları saldırıyor filan..
Paranormal Activity'deyse, yine bir çiftimiz var ve onlar da evdeler.. Kıza musallat olan şeytan, onu rahatsız ediyor filan..

Şimdi germek için, öyle müthiş efektlere, devasa bütçeye gerek yok: Bu iki filmin de temel sorunu, ele aldıkları meseleyi sündürmeleri: Öyle ki, iki film de derdini uzun metrajda değil de, orta metrajda da gayet iyi anlatabilirler-
burada "sadece korkunç anlar filmde olsun.." demiyorum tabii..
Bu filmlerin dramatik derinliği yok.. Karakterler olayın gerçekliğine kaptırıp çığlıklara ya da gözyaşlarına bulanabilirler ve fakat film/ler, dramatik derinlikten yoksun oldukları için bu his seyirciye bir türlü geçmiyor, geçemiyor..

The Exorcist'i çok severim misal ben: Yani, paranormal Activity'nin de başına oturduğumda filmin anlattığına inanmaya dünden razıyım.. Ve fakat zaman geçtikçe, filme verdiğim kredi tükeniyor da tükeniyor, öyle ki, daha yarısı olmadan filmden nefret eder hale geliyorum.. Bunun sebebi, filmin hakkaten gerilim yaratma konusundaki beceriksizliği: "İnanmayan ve sevgilisini korumak için mücadele eden çocuk.."la, "ne yapacağını bilemez haldeki korkan kız.."ın çatışması fecii şekilde çuvallıyor.. Karakterler öylesine yüzeysel ki, tepkilerine inanmak da mümkün olmuyor haliyle-
open Water'daki gibi..

Paranormal Activity'deki şeytan ani ses efektleriyle korkutsa da, film, bütün olarak değerlendirildiğinde fecii şekilde başarısız-
exorcist'te korku anları, dramatik yapıya hizmet için varlar, bu filmse korku anlarını izletmek için dolgu malzemesiyle kaplanmış bi vaziyette.."
ug tek, 04.01.'10, ekşi sözlük..

Frozen'da da tüm o mahsur kalma ve çocuk öldükten sonraki beginner kayakçı kız arkadaş ve en yakın arkadaşını kaybetmiş advanced kayakçı çatışmaları hiç de tat vermiyor.. Ve alıntıda da belirttiğim gibi, korku/gerilim anlarını izletmek için dolgu vazifesi görüyorlar..

Ancak alıntıda saydığım ve tür olarak baktığımızda survival-film/ler, gayet insani bir nitelik taşıdığından çekilmeye ve beğenilmese de izlenmeye devam ediliyorlar.. Da, kayak meraklıları bence uzak dursunlar bu filmden, hiç aklınızda bile yokken telesiyej korkusu zerk edebiliyor bünyenize zira film..

Read more

L'Illusionniste


'10 yapımı Sylvain Chomet filmi L'Illusionniste ne yazık ki çok da başarılı bir film değil..

Tati'nin orijinal senaryosunu binbir zorlukla kullanabilme iznini alan Chomet filminin hikayesi kısaca şöyle: Tatischeff illüzyonistlikle hayatını kazanmaya çalışırken sürekli o iş senin bu iş benim geziyor; yolunun düştüğü bir İskoç kasabasında peşine Alice adlı bir kız takılıyor, birlikte Edinburgh'ta bir otelde kalmaya başlıyorlar, Tatischeff para kazanmakla uğraşırken, Alice genç bir kadın olmakla meşgul.. Finale geldiğimizde iki karakter de farklı noktalara savruluyorlar..

Öncelikle, Chomet denilen kompleksli Fransız'ı (oww, nefret söylemi..) hiç sevmediğimi ve Les Triplettes De Belleville'in bu filmden daha iyi olduğunu belirteyim..

Filmin Tati filmlerinden pek de bir farkı yok: Mon Oncle göndermesi iyi olmuş.. Senaryo en az 50 yıllık, pek de bir değişiklik yapılmadan günümüz sinema diline uyarlandığında bi çeşitli mesajlar filme biraz fazlaca kalın yedirilmiş: Özellikle illüzyonistliğin (ya da genellersek sirk kültürünün..) modasının geçtiğini daha incelikli bir şekilde işleyebilirdi sanırım Chomet: Özellikle palyaço ve vantrilok karakteri bu açıdan son derece sorunlu bana sorarsanız.. Beri yandan yavaş yavaş tüketim toplumu etkilerinin görülmeye başlanması da Alice üzerinden işleniyor işlenmesine de, bunun da karakter olarak Alice'i iticileştirme gibi bir etkisi oluyor-
elime geçse de iki tokatlasam diye düşünmedim değil filmi izlerken..

Bir de sanırım Chomet, ışık oyunları yapmayı öğrenmiş: Sürekli ışık değişimi yapmasının bir sebebi olmalı zira: Neredeyse her sahnede bir ışık oyunu görmekten içim şişti..

Read more

The Last Exorcism


'10 yapımı Daniel Stamm filmi The Last Exorcism, her yönüyle izleyiciyi ters köşeye yatıran bir film.. Bu ters köşeye yatırma durumuysa ilk önce trailerıyla alakalı: Trailerını ilk izlendiğinde -yine, bayağı bir korku filmiyle karşı karşıya geleceğimizle müjdelenmiş oluyorsunuz.. Daha çok gişe yapmak için filmin böyle bir yönteme başvurması anlayışla karşılanabilirdi, eğer hakikaten de kötü bir korku filmi olsaydı.. Bu açıdan bakıldığında filmin bir yapımcı terörüne (kim olduğunu bilmeme ihtimalinize karşı belirteyim: Eli Roth da filme para yatıranlar arasında yer alıyor..) kurban gittiğini, ve daha kötüsü yanlış bir şekilde pazarlandığını söylemek yanlış olmaz: Zira karşımızda bir korku filmi bile yok.. Din bezirganlığı ve muhafazakarlığa karşı ciddi bir eleştirel tavrı olan filmi bu şekilde "satmak.." hakikaten filme/yönetmene hakaret niteliğinde..

Filmin hikayesiyse kısaca şöyle: Bir din bezirganı papazımız var, şeytan çıkarma işlerini de hallediyor tabii arada.. Eğlenceli bir vaiz, arada yemek tarifi verip veremeyeceğine bahse tutuşacak kadar işini ciddiye almıyor, Tanrı'ya olan inancında da belli bir eksiklik göze çarpıyor, ve kendisine gelen onlarca mektuptan biri, birisini seçerek bir şeytan çıkarma işinin görüntülenmesine izin veriyor, hazırladığı düzenekler sayesinde şeytanı çıkarıyor, ve fakat şeytan bir türlü gitmiyor, ekipçek çeşitli şüphelere kapılmalarına rağmen son bir şeytan çıkarma ayini daha yapmaya karar veriyor ve fakat şeytanı tam kovduğunu sanırken, işler pek de beklediği gibi gitmiyor..

Vatikan'ın şeytan çıkarma törenlerinin günümüzde bile devam ettiğini binyıllardan beri biliyoruz.. Bu işlemi konu alan The Exorcist'inse en sevdiğim korku filmlerinden olduğunu belirtmem gerekiyor bir de: Eh, gençliğinde kendi çapında Okült öğretilerle kafayı bozmuş ("keşke Orta Çağ'da yaşasam ve annem de cadı olsaydı.."), dahası çeşitli iksirleri hazırlamayı bile denemiş biri, birisi olarak, bu mevzunun benim için karşı koyulamayacak bir cazibe merkezine dönüşmesi de kaçınılmaz oluyor haliyle.. Ancak, The Last Exorcism, gayet zeki bir biçimde mockumentary kılığına girerek exorcism törenlerinin ne için yapıldığına cevap arıyor..

Rahip, The Exorcist'teki efektleri bire bir kullanarak işin şov-biz kısmıyla tanıştırıyor bizi önce.. The Exorcist'in toplumsal bellekte nasıl bir yer ettiğini gayet başarılı bir şekilde özetleyen film, beri yandan rahibin bu grotesk tören sonrasında aldığı dolgun ücreti de gösterirken exorcismin nasıl da orta-ölçekte bir pazara dönüştüğünü gözler önüne seriyor: Rahip gittiğinde ekibin (ve seyircinin..) işin içyüzünü öğrendiğini sanmasına ses çıkarmayan film, ani bir kırılmayla bu defa hedef tahtasına muhafazarlığı oturtuyor: Nell'in içinden bir türlü çıkmayan şeytanın aslında derin bir ensest travması olduğunu gösterir gibi yapan film, burada Amerika kırsalına bakıyor, tutucu bir çevre, baskı altında bir kız, tecavüzle suçlanan gay-çocuk derken, okültizmi karşımızda buluyoruz-
müthiş bir rosemary's Baby göndermesiyle birlikte..

Amacınız bir korku filmi izlemekse ısrarla uzak durun The Last Exorcism'den, yanlış pazarlama taktiğine kurban gitmiş, din/muhafazakarlık/primitif öğretiler üzerine düşünen, söyleyecek bir şeyleri olan bir filmse aradığınız, doğru adrestesiniz..

Read more

The Ghost Writer


Roman Polanski'nin '10 yapımı filmi The Ghost Writer, türün gereklerini yerine getiren twistli bir politik-gerilim.. Tüm bunlara rağmen, filmi Ewan McGregor yüzünden izledim..

Hikayesiyse kısaca şöyle: Eski İngiliz Başbakanı'nın biyografisini yazmak için "tutulan.." bir önceki ghost writer'ın ölümü üzerine yerine başka bir ghost alınır-
biz ona Ewan diyelim..
Ewan, işe başladığında başbakanlar röportaj yapar, eskizin beğenmediği kısımlarını düzeltmeye başlar, ta ki, başbakanın savaş suçu suçlamasıyla karşı karşıya kalmasına kadar: Bu noktada işini askıya alıp, araştırmalara başlayan Ewan korkunç gerçekleri bir bir öğrenmeye başlar: Ancak teorisi kitap basıldıktan sonra çöker; yeni teoriyse (Sezai Karakoç'un Monna Rosa'nın ilk bölümünde yaptığı gibi..) gizlenmiştir, Ewan bunu öğrenmekte (ve tabii ki cinayete kurban gitmekte..) gecikmez..

Filmin üzerindeki kara buluttan başlamak gerekiyor öncelikle: Çekimleri bittikten sonra Polanski'nin olaylı tutuklanma/yargılanma süreciyle post-prodüksiyonu tehlikeye giren filmi, yönetmen ev hapsinden yöneterek tamamlattığını cümle alem biliyor.. Polanski'nin davasını burada uzun uzadıya tartışacak değilim, ancak mesele sadece "pedofili davası.."ndan daha fazlasına dönüşeli çok oldu.. neysse,, konumuz (da..) bu değil zaten..

Filmin Tony Blair'in alegorisi olması durumu da var: Romanı okumadığım için bilemiyorum ancak, Condoleezza Rice'a varıncaya kadar dönemi handiyse bire-bir yaşatan romanın/filmin takındığı kısmi eleştirel tavır, bir yönüyle yerindeyken, bir yönüyle de fazlasıyla, nasıl desem, bildik.. Tony Blair döneminde iyice ayyuka çıkan İngiltere'deki Amerikan-seviciliği konusunda ülkedeki hemen herkesin söyleyecek bir sözü vardı, bir kısmını buralardan bizim de takip edebildiğimiz: Amerika'nın köpeği olarak görenlerden, Irak'taki işgalin İngiltere'ye (BP'ye..) sağlayacağı yararlara varıncaya değin her şey konuşuluyordu.. Bir kısmı da komplo-sevicilikten beslenen bu nümayişin zeitgeistını iyi yakalayan romanın best-seller olması da şaşırtmıyordur muhtemelen kimseyi..

Peki, Polanski'nin illa ama illa "bu.."nu filme çekmesinin sebepleri üzerine düşündüğümüzde biz de bu komplo-seviciliğin dayanılmaz çekiciliğine kendimizi kaptırmış olur muyuz?? Kısmen.. Filmde İngiltere -bir şekilde, "masum.."luğunu korurken, asıl kötü olarak Amerika'nın gösterilmesine nasıl bakmalıyız?? Bu noktada sadece elimizde finaldeki twist var: Hitler intihar ettikten sonra bile "Hitler ölmemiş olm, Eva'yla birlikte gizleniyorlarmış.." şeklindeki düşüncelerin yayıldığı, dahası kitaplaştığı (bir tane de benim evimde var bunlardan..) politik dünyada, "Tony Amerika ajanıymış olm.."un da belli bir alıcısı vardır.. Ancak, film "asıl.." kötü olarak eşini kodluyor-
tüm film boyu nasıl da "kurban.." gibi bakıyordunuz oysa ona..
Amerika'ya yönelik bu kitlesel tepkiyi kendi lehine kullanıyor Polanski.. Ve açıkçası filmin çekilme öyküsünün çok da masum bulamıyorum bu yüzden..

Film sıkmıyor, Polanski filmlerinde -hep, olduğu gibi, çok iyi bir zamanlama başarısı var, tıkır tıkır işliyor, yönetmenliğinin de hakkını teslim etmek gerekiyor, Ewan'sa muhteşem..

Read more

Kokuhaku


'10 yapımı Tetsuya Nakashima filmi Kokuhaku'yu Toronto Film Festivali'nin programını incelerken keşfetmiş ve o günden beri de yolunu gözler olmuştum.. Sadece tanıtım yazısını okuduğum filme karşı beklentilerim oldukça büyüktü, bunların büyük bir kısmını film tatmin etti, kısmense hayal kırıklığı yarattı..

Dört yaşındaki kızı öldürülen bir öğretmen-annenin intikamını konu alan film hakikaten özellikle de uzun, upuzun prolog bölümü uzun yıllardır izlediğim en başarılı film açılışlarından.. Sınıfta kendini dinletmekte zorlanan ve öğrencileriyle olan ilişkilerine belli bir set çeken öğretmenin itirafları giderek sınıftaki havayı değiştirmeye, şüphelere, tahminlere, gerilime ve en sonunda da korku-paniğe sebep oluyor.. Tek kelimeyle mükemmel olan bu epizot sonrası film dinlenmek için nefes alıyor..

Çeşitli kişilerin "itiraf.."larına ayrılan filmin bu bölümü, ne yazık ki, aleyhine işlemeye başlıyor: Zira film yavaşlıyor, öyle ki başka şeyleri düşünmeye başlıyorsunuz, iki "psikopat.." arasında filizlenen aşka şahit oluyoruz, dünyanın en çekilmez pozitif öğretmenlerinden biri, birisiyle tanışıyoruz (Dead Poets Society parodisi tadı yaratmak mümkün burda..), HIV korkusuyla obsesif-kompulsif bir hikikomoriğe dönüşen gencin annesiyle cinnetini izliyoruz..

Derken derken, film yeni bir atağa geçtiğinde başlangıcındaki zevki vermeye başlıyor: İntikamda ikinci perdeyi izlerken zevkten dört köşe olduğumu itiraf edeyim..

Özünde bir gerilim filmi olmasına rağmen Kokuhaku, Japon toplumuna dair çok şey söylüyor: Öncelikle en sık eleştirdiği mefhum olan "masum çocuk.." imgesinin altını deşmek gerekiyor: Filmin önerisi hakikaten çok vurucu: Bir çocuk bile-isteye cinayet işleyemez mi?? Ona verilen tek cezanın ıslah-evi olması ne kadar doğru??
"Çocuk katil.." imgesine çoğumuz alışık değiliz, dahası böyle bir şeyin olabileceğine de ihtimal verm/ek istem../iyoruz: Filmde 3 tane katil çocuk var: Biri, tüm ailesini yok eden kızımız, diğerleriyse öğretmenin çocuğunu öldüren ve çocuk-katilin katili olan.. Vurucu bir an daha: Kendisinden geriye kalacak tek video-loga "nasıl olsa ceza almayacağım.." diyen bir çocuk..

"Çocukların kendi zehirlerini kendilerinin seçmediğini mi sanıyorsunuz??"
Jean-Paul Sartre, Les Mots..
Filmin tartışmaya açtığı bu nokta, blogun sınırlarını aşıyor, ancak birkaç kelam etmek istiyorum: Çocuklara karşı bakışta batının da doğunun da ortak bir noktası var: Reşit olarak kabul edileceği yaşa kadar çocukları birey olarak kabul etmeyen bu görüş, çocuk cinselliğini de yok sayıyor, bir çocuğun bile-isteye biri, birisini öldürebileceğini de.. Bu primitif bakışı sarsmasıyla bile, film benzersiz bir yapıya kavuşuyor..
"Çocuklarla askerler ölülere hiç aldırmazlar.."
Jean-Paul Sartre, age-
eheh, hep bunu yapmak istemiştim :))

Bunun da ötesinde, filmin aile ilişkileri, Japonya'daki ergenlerin durumu (Amerika-etkisine pek yer vermiyor film..) üzerine de söyleyecekleri var.. Aile ilişkileri kısmını es geçeceğim ancak, herhangi bir medya mecrasında yer alma isteğinin yıkıcı etkileri konusunda film olabildiğince açık olmaya çalışıyor: Durumun vehametini popülerlik üzerinden ele almayan film, meseleyi adeta bir varoluş sancısı/kaygısı bağlamında işlerken hak vermeden duramıyorsunuz.. Tüm bu taptaze sosyolojik tespitleriyle film, sahiden de benzerlerinden birkaç kat gömlek üstte duruyor-
varsın zorlama stilize sahneler çekmeye çalışsın, vasat bir orta bölüm izletsin, hiç de sorun olmuyor..


Read more

Megamind


'10 yapımı Tom McGrath animasyonu Megamind, süper bir fikirle yola çıkmasına rağmen, enerjisini koruyamıyor malesef..

Hikayesi şöyle: Daha küçüklükten beri rakip olan iki "kahraman.."ımız var, Metroman ve muhtemelen hidrosefaliden mustarip Megamind.. Büyüdüklerinde de aralarındaki gerilim bitmez; Megamind ömrünü hapislerde ve oradan kaçıp yeniden hapse düşmekle geçirirken, Metroman de her defasında şehri (ve kızı..) kurtarır.. Ta ki Metroman ölene kadar: Amaçsız kalan Megamind, bir süre kötülüğün keyfini çıkarsa da, fecii bunalmaya başlar, bu sırada aşık olur vs.. Kendine "iyi.." bir rakip bile yaratmasına rağmen, istediği kadar "kötü.." olamaz..

Eh, "anti-kahraman izleyeceğiz.." diye başına oturup, kısa bir süre sonra bildiğimiz animasyon kulvarına kaymasıyla film, hem tempo, hem de içerik açısından yavanlaşmaya başlıyor.. Oysa ki, Megamind'ın okul anılarında fikir olarak pırıl pırıl parlayan bir "kötü olmayı kabullenme.." anı var, bunu koşullar bağlamında ele aldığı an, filmin -bence, zirvesini oluşturuyor.. Ancak, stüdyo kuralları işlemeye başlıyor, "130 milyon $'ı kötülüğe övgüye harcayamayız değil mi: Üstelik bir çocuk-filminde.."-
çocuk-filmi konusu: Walt Disney'i ve Pixar'ı konu ettiğim yazılarda, Amerika'da animasyonun neden çocuk-filmi olarak kodlandığından ve Pixar'ın bu tekeli kırmasından bahsetmiştim: Ancak durum hala tam anlamıyla düzelebilmiş değil, "yetişkinlere de hitap eden animasyon.." nitelemesinden ne kadar tiksinsem de, bu ifadenin imlediği bir "animasyon aslında çocuk-filmidir.." önermesi de var.. Megamind'da da fikir olarak kötülüğün işlenmesini beklemek bu yüzden saçma oluyor: Evet, başlangıçta bile, her ne kadar kötü bir karakterimiz olsa da, fecii klişelere bulanmış durumda, ortaçağdan beri hendekte yüzen timsah imgesinin bu filmde işaret ettiği klişe-kötü olma durumu, filmde can sıkmaya başlıyor.. Ve açıkçası elimizde tam anlamıyla bir dönüşüm filmi de yok: Zira film başta da bahsettiğim "koşullardan dolayı kötü olma.." mefhumuyla ilgilenmek yerine, Megamind'ı adeta şarlatana dönüştürüyor..

neysse,, filmin zaman zaman eğlenceli olduğu anlar da var tabii: Henüz eskimeyen "süper-kahramanlarla taşak geçme.." fikrinden bolca malzeme çıkaran film, Megamind'ın birkaç özgün yanından da faydalanıyor.. Teknik açıdan başarılı, soundtracki de oldukça sıkı.. Ancak en başarılı kısmı (resimde de gördüğünüz..) Megamind'ın Black Mamba kostümünün çizme/bot tasarımı-
ben de istiyorum..

Read more

Legend Of The Guardians: The Owls Of Ga'Hoole


'10 yapımı Zack Snyder filmi Legend Of The Guardians: The Owls Of Ga'Hoole, animasyon tekniği üstün olmasına rağmen, oldukça vasat bir film: Açıkçası başına oturduğumda daha iyi bir şey bekliyordum, Zack Snyder'a karşı olan önyargımı bile bir kenara bırakmış durumdayım, ancak kendisi -yine ve kim bilir kaçıncı kez, beni şaşırtmayacak bir işe imza atmış..

Kathryn Lasky'nin aynı adlı kitabından uyarlanan The Owls Of Ga'Hoole'un hikayesiyse şöyle: Bir baykuş ailesinin Tytolar adına köle ya da asker olarak yetiştirilmek üzere iki (sonradan üç..) yavrusu kaçırılır, iki kardeş farklı yapıda oldukları için biri saf Tyto olmaya çalışırken, kahramanımız kendi ekibini kurarak Tytolara karşı "guardians.."la birlikte çarpışır.. Kardeşini -istemeden de olsa, yaralayan kahramanımızla birlikte tüm baykuş dünyası mutlu sona ulaşır, devam filmleri için açık kapı bırakılır..

Kitabın/filmin İkinci Dünya Savaşı'nın bir alegorisi olduğunu anlamamak için gerizekalı filan olmak gerekiyor, öncelikle bunu belirtmeliyim: "Saf.."lık titriyle yolan çıkan örgütlenmenin Hitler Almanyasını, "guardian.." baykuşlarınsa "uzaktaki.." Amerika'yı sembolize ettiğini anlamama ihtimaline karşı film sürekli tetikte.. Eh, böylesi bir durumda filmin kategorizasyonuna bakmak gerekiyor, ki, Snyder'ın bu konuda ne kadar da takıntılı olduğunu-
dahası, yeni bir Roland Emmerich vakası olma yolunda hızla ilerlediğini düşünürsek, onca proje arasında bunu seçmesi de oldukça manidar tabii..
Sürekli uzaktaki Amerika'nın her daim güçsüzleri/tüm dünyayı koruyacağını kafalara kazımaya uğraşan filmin, bu "görev.."i zevkle ve üstelik kendi iyiliğinden dolayı yaptığını düşünmemizi isteyen kitap/film ekibine sormak gerekiyor: Afganistan, Irak hakkında ne düşünüyorsunuz diye??
Filmin bir de fecii zorlama mizahı var ki, insan tiksiniyor..

Animasyon açısından çıtasını yüksek tutuyor film tutmasına da, burada da şöyle bir durum var: "Dönem filmleri.."ndeki atmosferi ve prodüksiyon açısından o dönemi başarıyla yansıtmayı başarı kriteri olarak değerlendirmiyorum çok uzun zamandır, bir benzeri de animasyon sektörü için geçerli: Bir animasyonun teknik açıdan iyi olması günümüzdeki şartlar düşünüldüğünde artı bir özellikten ziyade, minimum gerekliliğe dönüştüğü için, teknik başarısı da malesef The Owls Of Ga'Hoole'u kurtarmaya yetmiyor, ancak şu var: Onca teknik emeğe üzüldüm açıkçası..

Zack'e verecek sadece tek bir kredim kaldı: Eğer bir sonraki projesini de batırırsa bir daha filmlerini izlemeyeceğim..

Read more

Burlesque


'10 yapımı Steve Antin filmi Burlesque'i sadece Cher için izlediğimi belirtmeliyim.. Ancak filmin başka özellikleri de var, zira Antin'in ilk yönetmenlik denemesi, Aguilera'nın da ilk oyunculuk.. Genel olarak belli bir çizginin altına düşmeyen film, vasatlıktan da kurtulamıyor ne yazık ki..

Hikayesiyse kısaca şöyle: Ali/ce, her şeyini geride bırakıp L.A.'ye gelen yetenekli bir kızımız, Cher'in işlettiği Burlesque adlı kulüpte zorla çalışmaya başlıyor, hırsıyla önce dansçı, sonrasındaysa tam bir bürlesk sanatçısı oluyor.. Kulübün para sorunu hallediliyor, sınanan aşk mutlu sona ulaşıyor.. Ve müzikallerin adeti olduğu üzere, "büyük.." bir performansla film bitiyor..

Öncelikle filmin lgbtt camianın ilgisini çekebileceğini belirtmeliyim, filmin ağzı bozuk olmasa da, mainstream bir filme nazaran ufaktan (yapabildiği kadar..) yaramazlıklar yapıyor, bazı diyaloglarsa kitschliği sebebiyle ilaç gibi gelebilir-
bana da geldi..
Cher faktörü: Ses tonuyla daha iyi bir oyunculuk sergiliyor kendisi, diyalogları ifade edişi filan güzel olmasına güzel de, oyunu fazlasıyla botokslu.. Dead-pan anlayışımıza yeni bir anlam katıyor gerçi, yine de varlığıyla bile filmi götürüyor-
filmin orta bölümlerinde uzun bir süre göremeyince filmden koptum resmen.. Özlemişim kendisi, hem sesini, hem de her halini..
Aguilera faktörü: Kızışan pop müzik piyasası, Lady Gaga'yla karşılaştırılması/taklit olayları, kötü satışlar, boşanma filan derken kariyerinde pürüzler yaşamaya başlayan ablamız, bir hamleyle kendini sinema dünyasına atsa da, malesef altından kalkamamış, zira oyunculuğu hakikaten yerlerde sürünüyor, filmin müzikal bölümlerinde üstüne düşeni yapıyor yapmasına da, Aguilera'nın gırtlak numalarına tahammül edemeyişim bu bölümleri de cezbedici bulmamı engelliyor, bakalım kendisinin bir sonraki hamlesi ne olacak??

Filmin her ne kadar nasıl gelişeceğini bilseniz de, genelde yalpalamadan ilerleyip, soruların hiçbirini yanıtsız bırakmayarak mutlu bir şekilde bitiyor, size de bu pastadan payınıza düşeni almak kalıyor-
şekerli şeylerden hoşlanmıyorsanız yaklaşmayın tabii..

İleride ufak çaplı bir külte dönüşebilir mi bilinmez ancak, (belki de şu anda dinlediğiniz..) Cher'in puslu ve derin sesiyle söylediği Welcome To Burlesque şarkısıyla bile hatırlayacağım bir film Burlesque, bir de düşük göz kapaklı Cam Gigandet denen afetle tanışmama sebep oldu, daha ne olsun..



Read more

The Town


Ben Affleck'in yönettiği (bu ifadeye alışmak için zamana ihtiyacım olacak..) ve başrolünü üstlendiği (buna alışmayaysa hiç düşünmüyorum..) '10 yapımı The Town fazlası olmaya çalışmasına rağmen, sadece türün meraklılarını cezbedebilecek bir film: Dizi oyuncularından topladığı kadrosundaysa tek öne çıkan isimse tahmin edilebileceği gibi, Jeremy Renner..

Filmin hikayesi şöyle: Bostonlı bir çetemiz var, banka soyup hayatlarına devam ediyorlar.. Ta ki ne zamana kadar, bir işlerinde rehin aldıkları ablayla çetenin ele-başısı gibi bir profil çizen adamımız tanışana, kaynaşana ve tabii ki yatana kadar.. Çete içi gerilim, kaçış planları, "işveren.." baskısı, polis kıskacı, ayak bağı olan ex filan derken finalde işler istenilen gibi gitmiyor, Renner ölüyor, Affleck'se kaçıyor..

Suç konusunu işler gibi yapıp, toplumsal mesaj kasan filmler çekmeye bayılıyor Hollywood.. Bu filmde de yıllardır değişmeyen günah-kefaret dengesinin korunduğunu görüyoruz.. Zira Affleck'in canlandırdığı adamımız, klasik orta-sınıf Amerika düşü görmeye başlıyor: Aile kurma fikri, temiz olma/kalma ihtiyacı, geçmişe sünger çekip yeni bir yaşama başlama durumları bir kenara, filmlerin politically correct takılalım hadi..) "şehirlerdeki suç oranı yüksek yerleşim yerleri.."ne bakışında sorunlar var: Her büyük şehrin kabusu (burada parantez içinde ünlem var..) getto/banliyölerde yaşayanlara karşı, sanki kendiliğinden gelişiyormuş gibi yapmanın vicdani açıdan daha rahatlatıcı olduğu, gelişen zenofobi ve orada yaşayanlarda görülen "sınıf atlama.." mevzuuna eğilebiliriz..

Filmin Charlestown'ı kodlayaşı daha proloğundan başlıyor, bu noktada Cidade De Deus benzerliğini kuralım biraz, zira iki filmin yaklaşımlarında ciddi farklılar var: Cidade De Deus adeta belgesel gibi akarken, The Town'da Affleck'in canlandırdığı karakterin bakış açısına teslim edilmiş durumdayız: Charlestown'daki adeta monarşi şeklinde yürütülen soygunculuk krallığının nasıl bu noktaya geldiğini bilmiyoruz, ancak semtin kendisinin "sorunlu.." olduğunu biliyoruz.. Semtin yerlileri başkalarını ötekileştirirken, semte "yukarıdan.." bakanlarsa onların ne "mal.." olduğunu biliyorlar.. Ve bataklığın içindeki karakter/ler: Affleck'in kurtulmak isteyen karakteriyle, sevgilisi.. Sevgili "oralı.." değil, bu yüzden de semtin yerlisi Gossip Girl güzeli Blake gibi değil; "iyi.." Adamımızsa buradan kurtulmak istiyor, doğduğu semt yüzünden zorla yapmak zorunda olduğu iş vs-
de, kardeşim bu adam şimdiye kadar yaşamına bir şekilde devam ederken, bir ilişkiyle nasıl böylesine "farkındalık.." sahibi olabildi?? İtici güç ne?? Film bunu açıklamaya gerek görmüyor..

Ayrıca misojinist okuma yapmak için de yeterli donemiz var gibi filmde.. Blake'in canlandırdığı karakterle, diğer "sevgili.." kadını (ve Affleck'in annesini..) karşılaştırmak yeterli..

Jeremy Renner süper, orası ayrı..

Read more

True Grit


'10 yapımı Ethan ve Joel Coen filmi True Grit, klasik bir öykü olmasının yanı sıra, hiç gereği yokken yeniden yükselişe geçen western türünün de son yıllardaki eli yüzü düzgün örneklerinden..

Hikayesiyse kısaca şöyle: Babası öldürülen daha 14, 14, 14, 14 yaşında olan Mattie, intikam almak için şef Rooster'la anlaşma yapıp yola çıkar, katilin peşindeki diğer adam LaBoeuf'la (Beowulf'un kısaltması gibi tınlıyor..) anlaşamasalar da sonunda iyi bir "ekip.." olurlar.. Kötüler cezalandırılır, hayat normale döner, ve fakat Mattie bu olayı hiç unutmaz, zira nişanesini alıp, gazi olmuştur..

Öncelikle western, sonrasındaysa genel olarak Hollywood'u saran "bireysel adalet.." kavramıyla ciddi problemlerim var ve Amerika'nın "adaleti hukukçulara bırakmak yerine siz sağlayın.." sosuna bulanmış her türlü filme karşı ciddi önyargılarım var, sevemiyorum.. Neredeyse her evinde silah bulunan bir ülkede böylesi filmler çekilmesi son derece normal ancak, yaklaşımın ne kadar sakat olduğunu ayrıca belirtmeme gerek yok sanırım.. Filmdeki Mattie de, bu anlayışın kanlı canlı, ve küçük örneklerinden, ama ne gam?? Sürekli mahkemelerden, avukatlardan bahseden kızımız nasıl da intikam doluymuş oysa.. İşin ironisi de burada, adalet sistemimiz var, ancak yeterli değil: Parayla şef ayarlamak zorunda kalmak da kötü olmalı sahiden ve geçen onca yıla rağmen, hala düzelememiş bir sorun..

neysse,, dağıldım yine: Film kendini sıkmadan izletiyor, Jeff Bridges ve Matt Damon döktürüyorlar, egzotik güzel Hailee Steinfeld da üzerine düşeni çok iyi yapıyor..



Read more

The Fighter


'10 yapımı David O Russel filmi The Fighter, artık beni bayma noktasına getirmiş boks filmlerinden biri, birisi (daha..)

Hikayesiyse şöyle: Dicky, görece ünlü bir ex-boksör, zira crack kullanmaya başladıktan sonra kariyeri inişe geçip, yok olmanın eşiğine gelmiş.. Kardeşi Micky'nin antrenörlüğünü yapıyor, Micky'yse Dicky'ye oranla daha bir idealist.. Bir de bissürü kız kardeşi ve annesi var: Annesi menajerliğini yapıyor Micky'nin.. Bir de sevgilisi ve başka bir aile dostu var.. neysse,, Micky başına gelen iki kötü olay (yenilgi, polis şiddeti..) sonrasında ailesinden uzaklaşmaya ve başka antrenörlerle çalışmaya başlıyor ve kariyerinde belli bir yükselişe geçiyor, sonrasını anlatmayayım, zira yazarken bile sıkıldım..

Açıkçası hayata karşı mücadelede boks metaforu kullanılmasının yasaklanması gerekiyor bence, bunun başka bir örneği olan The Fighter'da -yine, bir adamın hayata karşı mücadelesini izliyoruz.. Daha çok kendisini düşünen anne ve abisinin gölgesi altında varlık gösteremeyen Micky, onlardan uzaklaşarak birey olma şansını yakalamışken.... Bir twistle birlik beraberliğin daha önemli olduğuna geçiyoruz..

Film iki kardeşi dibe batırıp, yukarı çıkarıyor: Dicky hapishanede crackten arınıp, daha "temiz.." bir insan olurken, Micky birey olmaya başlıyor.. Ancak bu iki kardeşe aynı oranda sempati besleyemiyorum: Dicky (ve annesi..) bildiğin asalak çünkü.. Tek başlarına var olamadıkları gibi, başka vücutlara/hayatlara yapışarak ancak belli bir düzeyde iş görebiliyorlar.. Filmin mizahi yönü, David O Russell'a aşina olanları şaşırtmamıştır muhtemelen, ancak çok daha iyilerini çekebilecek bir yönetmenin böylesi bir projeye neden bulaştığını da çözemedim.. O da isim yapmak istiyor, belli.. Eh, ne diyelim, Micky gibi şansı açık olsun..

Read more

Winter's Bone


'10 yapımı Debra Granik filmi Winter's Bone, Amerika'nın taşrasında geçen filmlerden.. Ve fakat temiz yüzüne odaklanmıyor Amerika'nın..

Hikayesi kısaca şöyle gelişiyor: Jessup meth üreten bir kayıp, ailesinin geride kalan 4 üyesinden anne, psikolojik sorunları olduğu için iki kardeşine Ree bakmak zorunda kalıyor.. Günleri bu şekilde geçerken, bir gün şerif gelip, Jessup'un mahkemeye gitmesi gerektiğini, yoksa ipotek sonucu icra işlemlerine başlanacağını söylüyor.. Ve Ree'nin mücadelesi de bu noktada başlıyor.. Ölü ya da diri, bir şekilde babasına ulaşmaya çalışan Ree, her seferinde engelleniyor, dayak yiyor, para bulmak için orduya katılmayı bile göze alıyor; ancak bunlar bir işe yaramıyor.. Amcası Teardrop'ın devreye girmesiyle de sorunlar çözülmeye başlıyor..

Filmin birden fazla koldan temalarından en çok ikisi öne çıkıyor: Sorumluluk ve kapalı yaşamlar.. Herkesin -bir şekilde, uyuşturucu üretimi/satışı işine bulaştığı yörede kimse bundan bahsetmiyor, bahsetmeyi geçtim, bahsetme şüphesi olanlar bile cezalandırılıyor: Ailesini kurtarmak için yola çıkan Ree'nin gittiği her yerde kötü karşılanması bu yüzden: Babasını şerifle konuştuğu için öldüren kişi/ler, onun da bir benzerini yapacağından endişe etmeye başlayınca göz dağı veriyorlar.. Ree'yse kendini anlatamıyor, babasının katiline değil, bir şekilde babasına ulaşması gerektiğini kimse kabul etmek istemiyor.. Filmin çizdiği bu kapalı toplumlar ve sonuçları konusunda birçok örnek izlediğimiz için, film bu konuda yeni şeyler söylemiyor..

Ree'nin dramıysa can yakmaya son derece müsait: Daha 17 yaşında olan bir kızın üzerine yüklenen sorumluluklardan kaçamaması, üstüne de savaşmak zorunda kalması hayatın adil olmadığını bir kez daha gösteriyor.. Annesine fikir danışmaya çalıştığı sahne filmin en can alıcı sahnelerinden.. Tek başına olma ve bu yükün ağırlığı altında ezilmesine rağmen kaya gibi durmasını da biliyor Ree.. Bir nevi gerçek El Laberinto Del Fauno: Ancak bu defa gerçek öylesine ağır ki, sığınılacak bir hayal gücü bile bırakmıyor..

Read more

The Kids Are All Right


"Konvansiyonel Hollywood filmlerinde sadece iki lezbiyen tipi vardır.. Bi tanesi, bildik erkek fantezisine hizmet eden güzel, fiziği de güzel olan ve başlangıçta lezbiyen olmasına rağmen, bir erkekle deneyim yaşayıp, "doğru yol.."u bulan.. Diğeriyse, çirkin, kompleksli ve genel olarak nevrotik takılan.. Ne kadar tiksinç bi yaklaşımın ürünü olduklarını söylememe gerek yok sanırım.."
ug tek, 4 aralık '10, ekşi sözlük..

'10 yapımı Lisa Cholodenko filmi The Kids Are All Right, her ne kadar "so gay.." ve "bağımsız.." dursa da, bildik kodlarla işleyen konvansiyonel bir sinemanın ürünü..

Hikayesiyse kısaca şöyle, lezbiyen bir çiftimiz, iki kere aynı donörden aldıkları spermlerle hamile kalırlar ve çocukları olur: Yaşları 15 ve 18 olan çocuklardan küçük olanı babasıyla görüşmek ister ve fakat bu, onların ailesini parçalanmanın eşiğine getirmekte gecikmez.. Çocuklarla gayet iyi anlaşan, annelerden biriyle yatan adamımız ortalığı karıştırdıktan sonra özür dilemek istese de umursanmaz..

Açıkçası iki kadını öpüştürüp, dolaptan titreşimli g-spot dildo çıkarmak ve çifte gay pornosu izletmek "lezbiyen filmi.." yapmaya yetmiyor.. Derinlikli bir makale-film beklemiyorum ancak, filmin bence çok ciddi problemleri var: Ve dahası yönetmenin de lezbiyen oluşu meseleyi katmerlendirerek umutsuz bir vakaya dönüştürüyor.. Bu noktada Catherine Breillat örneğini vermek istiyorum: Kadın ve cinsellik üzerine düşünen bir insan olması, Breillat'nın sinemasının sorunlu olduğu gerçeğini benim gözümde değiştirmiyor: Lisa Cholodenko'nun da lezbiyen olmasının, "iyi.." bir lezbiyen filmi çekmesi için yeter sebep olmadığı gibi.. Homofobik gaylerin olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimiz gibi, bununla da yüzleşmek gerekiyor: The Kids Are All Right da bu açıdan son derece sorunlu bir film..

En baştan, daha çiftin nasıl kodlandığından başlayalım: Yemek sofrası hazırdır ve Nic eve geç gelir: Bu imge çok tanıdıktır ve filmin üzerine çöreklenmiş bir şekilde Nic ve Jules'un ne kadar "farklı.." olduklarını görürüz.. Nic son derece dominant, nevrotik, ucundan alkolik, görece hissiz bir karakterken, Jules, son derece resesif, duygusal ve organiktir: Evet, karşımızda her ne kadar lezbiyen bir çift olsa da, bir karı-koca durmakta, en heteroseksüel kodlarla işleyeninden hem de.. Toplumsal cinsiyet her yerde: Birçok eşcinsel çiftin ihtiyaç duymadığı, dahası duymasının da gerek olmadığı bu toplumsal cinsiyet rollerinin eşcinsel çiftlerin bir kısmını sardığını biliyoruz: Ancak bu filmde toplumsal cinsiyet kodlarının böylesine karikatürize bir şekilde işlenmesinin ne g/ereği var??

Erkeğin araya girmesi de boşuna değil.. Bayağı bir şekilde "her lezbiyen olmasa bile bir kısmı zaman zaman bir penise ihtiyaç duyar.." gibisinden bir söylemin bayraktarlığını yapmak ve oradan aldatılma mevzuuna sıçramak hakikaten çok ama çok gereksiz.. Çünkü, erkek egemen toplum kuralları bu filmde de geçerli: "Kadın.."ın aldatması sorun oluyor zira, aldatan erkeğin hesap vermesine gerek yok.. Filmdeki diğer kadın Tanya'nın kolayca terk edilmesi de bu yüzden..

Tabii, tüm bu erkek egemen yapıyı kutsayan yapının bir adım gerisine çekilip, misandrist bir komplo da kurabilirim size, ahah: "Penis kötüdür.."-
burada gönderme var..

Rezillik, başka da bir şey değil.. Mia Wasikowska'nın da In Treatment'taki oyunculuğunu aynen tekrar ettiğini görmek de üzücüydü açıkçası.. Gay ikon olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Julianne Moore'sa vasatın altındaydı, Annette Bening'se başarılı..


Read more

127 Hours


'10 yapımı Danny Boyle'un yönettiği 127 Hours, artık handiyse herkesin en az bir otobiyografiye sahip olduğu Amerika'dan bir hikaye; kendisinin de en kötü filmlerinden..

Dağcı Aron Ralston'ın Utah'taki kanyonlardan biri, birisinde kolunun sıkışmasıyla mahsur kalıp, kolunu keserek kurtulmasını anlattığı Between A Rock And A Hard Place adlı romanından uyarlanan film, açıkçası hiçbir şey vermeyen ve tamamen zaman kaybı..

Öncelikle film çok Amerikan.. Evrensel bir hikaye gibi görünse de Aron'ın klasik Amerikan tepkileri filmi iyice çekilmez kılıyor: Ölmek üzere olan başka kim kendisiyle röportaj yapar ki?? Bu röportaj sahnesi filmin de en büyük kültürel kodunu oluşturuyor: Amerikalılar, toplum olarak öylesine medyaya bulanmış vaziyetteler (yerel basının bu kadar güçlü olmasına bağlıyorum bunu açıkçası..) ki, semtindeki gazeteye çıkmak bile hayatlarının olayı haline gelebiliyor: Aron'ın da kendi trajedisinden böylesi bir "kahraman.."lık öyküsü tasarlaması son derece olağan: İçinde yetiştiği kültürün adeta gerekliliği bu.. "Belgeleme.." amacıyla çektiği video-logun daha ilk cümlesinde bir başkasına sesleniyor olması da: Çünkü Aron, ölse bile, ardında bırakacağı "olay.."ı düşünüyor.. Hakkında bahsedilecekleri..

Açıkçası kısa, hadi bilemedin orta metrajda da gayet özetlenebilecek bir konuyu ~100 dakikaya yaymanın manasını da çözebilmiş değilim: Danny Boyle'un da kendisini tutamayan, sürekli varlığını hissettirme çabası taşıyan yönetmenliğinden de memnun kaldığımı söyleyemeyeceğim.. Varlık göstermeye çalışan James Franco'nun bile kurtaramadığı kof bir iş..

Read more

The King's Speech


Tom Hooper'ın '10 yapımı filmi The King's Speech, Akademi'nin çokça sevdiği türden bir dönem filmi.. Beniyse Colin Firth ve Geoffrey Rush'ın oyunculukları dışında pek tatmin etmedi.. Hatta filmle ilgili en güzel anım da en iyi film adaylarıyla ilgili hazırlanan Oscar skecinde Anne Hathaway'in söylediği "mikrofonlar küçülecek.." tespitiydi..

Film, oldukça dramatik bir şekilde başlıyor, geleceğin kralı olacak VI. George Wimbledon'da konuşma yaparken kekelemeye başlayınca ona dair umutlar sönüyor.. Kekemeliğinden kurtulmak isteyen Bertie, bu konuda tedaviler denese de başarıya ulaşamıyor, ta ki Lionel'la karşılaşana kadar: Birlikte zorlu bir sürece giren ikili çalışıyor, çalıştıkça George'un travmaları ortaya çıkıyor, babası ölüyor, kardeşi kral oluyor ve tahttan iniyor; kral olma sırası George'a geldiğinde Hitler iyice zıvanadan çıkıyor ve George, ilk radyo konuşmasını yapıyor..

Film her ne kadar biyografik bir dönem filmi olsa da, aslında çokça örneğini gördüğümüz bir "zorlukları yenerek başarıya ulaşma öyküsü.." Yakın dönemden My Left Foot'tan Billy Elliot'a, Million Dollar Baby'den Slumdog Millionaire'e kadar (ve şimdi saymaya üşendiğim..) bir sürü filmde işlenen bu temada ilerleyen filmin ne gibi bir farkı olduğunu birazdan açacağım ancak, Akademi'nin bur tür bireysel başarı hikayelerine karşı olan zaafı düşünüldüğünde filmin en iyi film ödülünü alması şaşırtmıyor..

Film tematik olarak saydığım diğer filmlerle aynı şablon üzerinde yükselse de, bir "kral.."ı konu etmesiyle tartıştığı ve söylemeye çalıştığı şeyler de var.. Öncelikle her ne kadar kardeş travması olarak gösterse de, alttan alta kraliyet ailesine dair eleştirileri de var: Yoğun baskı ve disiplin, eğitim, beri yandan başpiskoposun temsil ettiği katı dini kurallar, gelenekselcilik derken Bertie, adeta mengeneye sıkışmış bir profil çiziyor.. Üstüne bir de "özrü.."nü eklediğimizde Kral olma durumu istenmeyen bir şeye dönüşebiliyor.. İçinde büyük bir öfke taşıyan ezilmiş kralın sinirliyken teklememesi de dramatizasyon açısından işlevini yerine getiriyor..

Aslında filmin bir diğer ayağı da temsil üzerinde yükseliyor.. Konuşurken zorlanan bir kralın karşısında retoriği kuvvetli bir Hitler'in yerleştirilmesi boşuna değil.. Temsil sorununa eğilişiyle film, sosyolojik çıkarımlardan ziyade, (aslında pek de takipçisi olmak istemediğim..) "kitle psikolojisi.." üzerine bir şeyler söylemeye çalışıyor.. Açıkça gördüğümüz bir durum var ortada: Kral tüm İngiltere'nin süperegosu.. Ona yansıtılan "ideal.." kavramı geçiştirilebilecek bir şey değil, yaptığı/yapacağı "hata.."lar, kitlenin kendi süperegosunu zedeleyecek: Kekemelik ya da başka fiziksel/mental deformasyonların böylesi bir etkiye sahip olması/-abilmesi de bu yüzden.. Hitler'in neyi amaçladığının bir önemi yok burada: Kendi kitlesinin süperegosunu temsil ederken, onlara doyum da veriyor çünkü..

Kitlenin süperegosu: Önemli olanın bunu tatmin etmek, hangi durumda olunduğunun bir önemi yok ve bence filmin "asıl.." kurbanı tam da bu yüzden Bertie değil, diğer kardeş David: Ancak kitleler kaybedenlerle değil, kazananlarla ilgilendiği için kendisini kimse önemsemiyor..


Read more

The Social Network


Evet, Amerikan tarzı her şeyi puanlayarak değer biçme virüsü sonunda beni de ele geçirdi, artık bundan böyle filmlere 5 üzerinden yıldız vereceğim.. Bu da ilk deneyimim olacak..

David Fincher'in '10 yapımı filmi The Social Network, etkileyici, sürükleyici başlayıp, sonrasında tekleyen bir yapıya sahip.. Ve fakat ona da gelmeden önce, bir şeyi belirtmem gerekiyor: Yıl olmuş '11 ve ben hala Jessie Eisenberg (kendisini bu filmden önce Zombieland'den hatırlayabiliriz..) ve Michael Cera'yı karıştırıyorum (bunu da Juno'dan anımsamak mümkün..) Hatta öyle ki, beynim ikisini ters kodlamış resmen, filmi ilk izlediğimde "aa, Juno'daki çocuk oynuyo.." bile olmuştum-
ne fecii..

Film, dünyanın en çok üyeye sahip ve en popüler sitelerinden Facebook'un kuruluş ve sonrasındaki gelişmelere göz atan bir belgesel-dram: Dünyanın en genç (ben yazıyı yazarken kendisi hala 27 yaşındaydı..) milyarderi olunca, ölmeni beklemeden hakkında film çekilebiliyor yani-
şu cümleyi yazarken aklıma sadece Ray Charles geldi, neden bilmiyorum..

Filmin ilk bir saati müthiş leziz: Sıkmayan, zekice diyaloglar; iyi kurgulanmış çatışmalar ve zamansal geçişler derken zaman su gibi akıp geçiyor: Kendine özgü awkward anlar yaratıp, mizahını da belli bir dozajda tutturan film, eğer temposunu yitirmeseydi, hakikaten başyapıt olarak bağrıma basabilirdim: Zira böylesi bir "gençlik.." filmi izlemeyeli bayağı olmuştu.. Derken filmin ikinci yarısında yavaş yavaş her şey durağanlaşıyor; Facebook büyürken film küçülüyor, hızını, belgesel tonunu ve mizahını kaybedip yavaşlamaya ve dramaya bulanmaya başlıyor.. Ve bu dönüşüm ne yazık ki bence filmin aleyhine işliyor..

Bunun çeşitli sebepleri var: İkinci bölümünde film merkezini kaybediyor Facebook ve Mark'ın çatışmalarından ziyade Eduardo ve Sean arasındaki çatışmayı merkezine alıp, dahası Eduardo'yu kurban, Sean'ıysa itici bir figüre dönüştürürek bayağı bir tökezliyor.. Film boyunca nerdlüğünden taviz vermeyen dead-pan Mark'ı parti sahnesinden sonra "insani.." bir boyuta çekmesi de ne kadar doğru bir hamle tartışılır-
dramın kurgusu bağlamında değil, kişisel çizgiler üzerinde düşünmek lazım bunu..

Bir de eski-yeni ayrımına bağlı sporcu-inek karşılaştırması var: Açıkçası Sean eski-yeni ayrımının (karakter olarak..) çok başarılı bir yüzü olurken, kürekçi ikizler ve Mark karşılaştırması çok bildik düzeyde ilerliyor..

Filmin kurgusu leziz, mahkeme filmlerinden alışık olduğumuz öyküleme tekniğini etkin bir şekilde kullanıyor.. Ancak keşke ilk bölümdeki keskin hatlarını koruyabilseydi..


Read more

Oscar Heybesi: How To Train Your Dragon


[Gündemi geriden takip etmek bu olsa gerek, Oscarlar dağıtılalı onca zaman olmuş, Meryl Streep'in '12 en iyi kadın oyuncu adaylığı şimdiden kesinleşmiş gibiyken böyle bir seçki yapmanın pek de bir anlamı kalmıyor gibi, ama olsun..
Daha kötüsü: Aslında Oscarlardan ve o tipik Amerikan show geleneğinden nefret ederim, herkesin önceden hazırlanmış gözyaşlı tiratlarını filan dinlemek içimi bayar ve törenleri izlemem, ödül alan filmlerle de pek işim olmaz-
dı: Ne zamana kadar: How To Train Your Dragon'ın Toy Story 3'le aynı dalda yarışacağını öğrenene kadar.. Natalie Portman'ın en iyi kadın oyuncu ödülünü alacağı kadar kesindi Toy Story'nin ödülü alacağı, ancak hep bekledim: Ve dahası hayatımda ilk kez bir filmin Oscar almasını istedim..
Ve bu heybeyi toplamamın sebebi de budur-
duygusal giriş, evet..]

'10 yapımı Chris Sanders ve Dean DeBlois filmi How To Train Your Dragon son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden..

Filmin hikayesiyse şöyle: Ejderhalarla birlikte yaşamak zorunda olan bir köyümüz var, köyün lideri Stoick oldukça güçlü, kuvvetli tam bir Viking.. Oğlu Hiccup'sa alışılmışın dışında bir figür.. Ejderhaların yuvalarını bulmak için yola çıkan Stoick oğlunuysa geride eğitim alması için bırakıyor.. Night Fury türünden bir ejderhayı "avlayan.." Hiccup onu öldüremiyor, ve ikisi arkadaş oluyorlar.. Fury'den öğrendiklerini eğitimde kullanan Hiccup, topluma katılma seremonisinde çuvallıyor, babası devreye girip Fury'yi yakalayıp ejderhaların yuvasını buluyor.. Ancak hiç beklemediği bir "şey.."le karşılaşınca devreye Hiccup ve Fury giriyor..

Örneğini belki onlarca kez izlediğimiz bir baba-oğul çatışması film.. Konusu gayet rahat tahmin edilebilir ilerliyor, finalde ne olacağını biliyoruz, ancak filmin kendine özgü bir büyüsü var.. Bunun çeşitli sebepleri var, öncelikle Vikinglere dair referansları insanı kendinden geçirmeye yetiyor.. Sonrasında aksan olayı ve filmin (pek kendine has olmasa da..) dozunda giden mizah-drama tonu var.. Night Fury'nin fecii sevimliliği ve Gobber gibi müthiş bir karakter var.. Filmin eleştirdiğim tek yönü koskoca ejderhaları bildiğin köpek formatına sokmaları.. Ancak bu da kabul edilebilir bir şey, zira filmin vermek istediği mesajla son derece uygun..

Oedipus Kompleksi sinemada onlarca defa işlenmiş ve her seferinde çatışmanın kurulması, doruğa çıkması, kırılması ve yıkılmasıyla kendine yer bulur: Filmdeki dinamik de diğer Oedipus-vari filmlerden ve dahası çoğu animasyonu virüs gibi ele geçiren bu noktadan sıçrıyor, ancak How To Train Your Dragon bunu metaforlara (balık, penguen ve aklınıza gelebilecek bissürü canlı..) değil de, gayet genç-erişkin bir döneme alarak aslında farklı bir noktada da duruyor, topluma katılma seremonisiyle de bunu pekiştirirken, içim/iz../deki Orta Çağ özlemini doyuruyor.. Doğuştan-savaşçı topluluğa bakarken değişimlerin ne kadar zor şartlarda gerçekleştiğini-
ve dahası Queer teori bağlamında da alt-kimliklere dair oldukça ayrıntı sunuyor..

Avatar'da tadını tam çıkaramadığımız 3 boyutlu uçma sahnelerini izlemenin pek bir keyif verdiği filmlerden olan How To Train Your Dragon şüphesiz benim için geçen senenin en güzel olaylarından biri, birisiydi-
sinema tarihinin en itici kadın karakterlerinden Astrid'i barındırması bile bunu değiştiremez-
fakin biç..
Read more

American Beauty


[Sonunda Sizden Gelenler seçkisi bitiyor.. İlk kez denediğim ve muhtemelen bir daha denemeyeceğim böyle bir şeçki için mail gönderen herkese teşekkür ediyorum..]

'99 yapımı Sam Mendes filmi American Beauty'yi genel olarak sevmiyorum zira sol gösterip, sağ vuran bir film kendisi.. Sevdiğim birkaç vurucu anı var ancak, eleştiri gibi başlayıp, doğrudan konvansiyonel bir anlatıya yönelmesini samimiyetsiz buluyorum..

Hiç de öyle görünmeyen (klasik..) banliyö hayatına odaklanan filmin hikayesiyse kısaca şöyle: Bir aile var, kızları ergen liseli, anne işkolik bir duyarsız, babaysa sorunların farkında olan pedofil biri, birisi.. Yan komşuları orduda çalışan homofobik bir gayse, uyuşturucu satıcısı oğlu ve sinirleri alınmış karısıyla birlikte yaşıyor, bir de "güzel.."imiz var tabii.. İşler karışıyor, aile dağılıyor vs..

Filmin en çok hoşuma giden repliği "en az sorumluluk gerektiren işi istiyorum.." Ve fakat bunun dışında film, başlangıçta verdiği imajın tam aksi yönüne doğru kaymaya başladığında tahammül sınırlarım da zorlanıyor haliyle.. Ve o bahsettiğim sahne de Lester'ın Angela'yla yatmak üzere olduğu sahne.. Bu sahnenin ardından film öyle bir kırılıyor ki, ~2 saate yakın anlatılanlar bir kenara itilip, konvansiyonel sinemanın o bildik kuralları işlemeye başlıyor.. Sekse dair tüm göndermelerin dışlandığı bu son bölümde, Lester ölüyor.. Ve elimizde "üzülen.." aile bireyleri kalıyor..

Banliyölerde her şeyin göründüğü kadar temiz olmadığının kim bilir kaçıncı örneği olan film, görünenle gerçek arasını ters-yüz ediyor etmesine de, kullandığı figürlerin de altını o kadar iyi doldurmuyor, eh, aslına bakarsanız ucundan bir freak-showu, sirk geçidini de andırmıyor değil.. Eni-konu işlediği karakterimiz Lester'sa sebebini anlayamadığımız bir "uyanış.." ertesinde eşine, departman yöneticisine, sisteme karşı çıkıp, "farkındalık.." yaşıyor.. Bu noktada filmin de bir trüğü var, eşi Lester'ı aldatıyor, Lester'sa eşini aldatmıyor.. Önemsiz gibi görünen bu ayrıntı üzerine saatlerce konuşabilirim: Evliliğindeki tüm sorumluluklarını yerine getirmesine rağmen, eşi onunla sevişmiyor.. Dahası aldatıyor, Lester eşini nasıl görüyorsa biz de onu o şekilde görüyoruz, hatta onu yaptıkları için destekliyor olmamızı da bekliyor film.. Bense bu tavırdan hoşlanmıyorum..

*: Bu yazıyı Britney Spears - Hold It Against Me eşliğinde yazdım (ne var??)
Read more

Fa Yeung Nin Wa


'00 yapımı Wong Kar Wai filmi Fa Yeung Nin Wa, Adile Naşit - Münir Özkul, Hulusi Kentmen - Mürüvvet Sim ve Şener Şen - Ayşen Gruda'dan sonra fikrimce birbirine en yakışan iki oyuncunun Meggie Cheung - Tony Leung Chiu Wai'nin rol aldığı büyüleyici bir kadın/ın film..

Hikayesiyse şöyle: Chow ve Chan eşleriyle birlikte yan dairelere taşınıp, tanışırlar.. Yüzlerini hiçbi zaman göremediğimiz eşleriyse birliktedirler.. Aldatılan kadın ve erkeğimizse yolda karşılaşmalar, kitap değiş tokuş etmeler, eşlerinin kendilerini aldattığını itiraf etmeler derken, giderek yakınlaşırlar.. Ancak koşullar Chan'ı toplumun beklentilerine göre yaşamaya zorladığından ayrılıkları da gecikmez..

Evet, nasıl oluyor da bir orta-yaş filmi bizi bu kadar etkileyebiliyor?? Açıkçası bunun Chan'la alakalı olduğunu düşünüyorum.. Çünkü tüm yükü o taşıyor.. '60'lar Hong Kong'una (genelleyelim: Uzak Doğu toplumlarında kadının rolüne..) etkili bir bakış sunan filmin tüm meziyeti de buradan kaynağını alıyor.. Evli bir kadının aldatılma karşısında susuyor olması, başka bir ilişkiye toplumun (görünmeyen..) baskısı yüzünden başlayamaması ve pişmanlıkla geçen yıllar.. Çocuk doğurmasıysa oldukça manidar..

Filmin rahat kurgusu ve noodle alma leitmotifleri çok şey katıyor bünyesine: Tesadüfi karşılaşmalar, buluşmaya dönüşüyor, dedikodular çıkmaya başlayınca 2046 numaralı odaya taşınıyor, ancak ayyuka çıkma olasılığı karşısında ayrılıyorlar da: Chan'ın kaldığı evden aceleyle çıkışı ve 2046'daki ağlama sahnesi, Singapur'a gidip Chow'u aradığı ancak konuşmadığı sahneler insanın yüreğini dağlıyor.. İçindeki sırla yaşayamayan Chow'un tapınaktaki deliğe sırrını paylaşması da keza..

Kar Wai'nin sevişme sahnelerini kesmesinden de bahsetmeliyiz: Aradaki büyüyü bozmamak için yönetmenin böyle bir seçim yapması teknik açıdan kabul edilebilir bir şey, ancak o dönemki ahlakçılığı filminde yeniden inşa etmesi de kabul edilebilir gibi değil..

Ayrıca 2046'nın dvd ekstrasındaki röportajından Fa Yeung Nin Wa ve 2046 arasındaki ilişkiyi açıkladığı bölümü de yazmak istiyorum..
- 2046, Fa Teung Nin Wa'nın duygusal karşıtı gibi görünüyor: Bu bilinçli bir karar mı??
- Bence Fa Yeung Nin Wa, aşk hikayesi.. Filmdeki yazar bi aile adamı, evlilikte kendini adamaya inanıyor, çok çalışıyor, evde kalıyor.. Ama Maggie'yle yaşadıklarından sonra Hong Kong'a dönüyor, başka bi uca geçiyor: Artık evli değil: Kendini adamaya inanmıyor, bencil bi insana dönüşüyor: Ve ev yerine otellerde kalıyor.. Fa Yeung Nin Wa, iki kişinin aşkını anlatıyor, ama bu kişilerin arasındaki fiziksel teması görmüyoruz, ama aşkın büyüdüğünü hissedebiliyoruz.. Ama bence 2046, yazarın hikayesi: Aşkın onun için anlamını anlatıyor.. Bu filmde, Maggie bi insan değil, bi hayal*, hatırasında yaşayan ideal kadın.. Bu kadını hayatında karşılaştığı tüm diğer kadınlarla karşılaştırıp, yeniden bir ilişki yaşamaya çalışıyor: O duyguyu yeniden yaşamak, kaybettiği aşkı bulmak istiyor: Sonunda istediğinin bu olmadığını fark ediyor.. İki filmin farklı yaklaşımı var: Bir bakıma birbirinin aynası.. Ya da şöyle söyleyeyim, seyirci önce Fa Yeung Nin Wa'yı seyretmediyse, önce 2046'yı seyretmeli: Maggie ve Tony arasında ne geçtiğini merak ediyorsa Fa Yeung Nin Wa'yı izlemeli: Romanın kayıp bölümü gibi bir şey..

*: Sanırım tamm da bu yüzden Maggie Cheung'un yer aldığı sahneler sonradan 2046'dan çıkarılmış..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.