Bolt


Byron Howards ve Chris Williams'ın ortak yönetimindeki '08 yapımı film Bolt, Disney'in bugününe denk düşüyor benim zamanımda, zira en son izlediğim filmleri bu oldu.. Genel olarak da güzel, zaman zaman oldukça komik (ve hüzünlü..) olan filmin en şahane karakteriyse Rhino tabii..

Hikayesi şu şekilde: Bir dizide oyuncu olan Bolt, her şeyi "gerçek.." algıladığı için kendisini süper kahraman sanıyor.. Çok sevdiği sahibi Penny kaçırılınca onu bulmak için peşine düşüyor, ancak düştüğü kutu onu Hollywood'dan New York'a getiriyor.. New York'tan Mittens'la birlikte yola çıkan Bolt'a, Rhino da katılıyor ve üçlü yola çıkıyor.. Olaylar gelişiyor ve Bolt Penny'yi kurtarıyor..

Öncelikle filmin açılış sahnesi mükemmel: Filmi değil de sözkonusu diziyi (filmin jeneriği bu noktada dizinin jeneriği gibi hazırlanmış..) izliyoruz: Fecii abartılı aksiyon sahnelerinden (son dönem Hollywood aksiyon filmlerindeki abartıyı bir üst boyuta taşıyan "süper havlama.." güzel bir buluş..) bir gariplik olduğunu sezsek de, çekim bitene kadar film renk vermiyor-
mikrofon izlediğimiz sırada kadraja girmiyor..
Sonrasında Bolt'un Truman Show evrenini tanıyoruz: Truman'dan hiçbir farkı olmayan bir şekilde sette büyüyüp/yaşayan ve oradan hiç çıkmamış Bolt, Truman'ın Fiji'ye gitme isteği gibi bir istek duymuyor: Truman'ın setin dışına kafasını uzattığı sahneyi Bolt, çok sonra yaşıyor-
bu süreç çok eğlenceli geçiyor tabii: Zira filmin Truman Show gibi eleştirel bir derdi yok-
beklemiyoruz da zaten..
Bu gerçeği kabullenmekte zorlansa da, "sıradan.." bir köpek olmayı "öğreniyor.." Bolt film boyunca..
Yol filmi öğesinden sadece bunu kullanmıyor Bolt: Mittens'la Bolt'un başlangıçtaki gerilimini düşürüp, onların arkadaş olma sürecini de işliyor..

Ancak filmin en hüzünlü anlarında Bolt değil de, Mittens sahnede oluyor: Kimsenin kedi önyargısını göstermekte çekinmediği yapıyı film lehine kullanarak kedilerin neden "nankör.." olduklarını etkili bir şekilde gösteriyor-
sol kulağındaki diş izleri, hayata karşı tutumu filan, çok çok iyi çizilmiş bir karakter Mittens..

Film, zaman zaman hakikaten çok komik ve başarılı olsa, göndermeleri güzel olsa da, ironilerinin anlaşılmama ihtimalini ortadan kaldırmak için altlarını kalın bir şekilde çizmesiyle yalpalıyor, keşke daha incelikli olsalardı..

Rhino'ysa ("I have a ball.." -çift-anlamlı bir cümle olmasa da ben öyle olmasını diliyorum..) evet çok eğlenceli ve süper bir karakter, Bolt'un oyuncu olduğunu bilmesine rağmen, gerçekmiş gibi davranmaya devam ediyor: Kendini kandırmaya devam etmesi lazım, yoksa düşecek..
Read more

The Lion King


Disney'in Roger Allers ve Rob Minkoff'un yönetmenliğindeki '94 yapımı animasyonu The Lion King, bir sene sonra Toy Story'yle Amerikan piyasasını alt-üst etmeye başlayacak Pixar-öncesi dönemin eleştirel açıdan son büyük animasyonu olarak sinema tarihindeki yerini aldı..
Sonrasında piyasaya sürdüğü filmler, gişede kar etmeye devam etseler bile, hem Pixar'ın (sonrasında Dreamworks'ün..) varlığı, hem de animelerin dünyaya açılmaları dolayısıyla, animasyon alanındaki hakimiyetini yitirmesine sebep oldu-
ha sonra ne yaptı, gitti Pixar'ı satın aldı..

Animasyon seyircisinin geçirdiği değişim öncesinin bu son "zirvesi.."nin hikayesi şöyle: Aslan Kral'ın yeni bebeği dünyaya gelir: Simba.. Babasıyla hayatı öğrenen yavrucak, amcasının tuzağına düşünce babasının ölümüne sebep olduğunu düşünerek, krallığı terk edip, vegan olma yolunda hızla ilerler ve hayatı takmazken, yeni-kral olan amcası da krallığı mahvetmekle meşgul.. Tesadüfen karşılaştığı Nala aracılığyla (ve babasının ruhuyla..) "özünü bulan.." Simba, geri dönüp, hem krallığı hem de kendisini kurtarıyor..

Film, Bambi'den, klasik öykülerden bolca ilham alıp, bir "yaşam çemberi.." kuruyor: Hatta babası, etçillerin ölüp, bedenlerinin toprağa karışmasıyla otçulları beslediğini anlatmasına rağmen, kendilerinin nasıl beslendiğini anlatmadığından olsa gerek, Simba'yı et yerken göremiyoruz-
disney'in "sempatikleştirme.." çabaları şirket politikası olduğu için bu filmde de karşımıza çıkıyorlar, ancak Simba'nın "diğer.." yaşamındaki ayrıntılar oldukça sorgulamaya müsait..
Hiçbir şeyi takmayan Simba, o dönemde diğer arkadaşlarıyla birlikte "yaşam çemberi.."nin (sistem olarak okuyalım..) dışında kalıyor, ve tabii izlediğimiz bir Disney filmi olduğu için bu, kötü bişii demek.. Dahil olmalıyız ki, beka sağlansın..

Yaşam çemberi açısından anolojimizi kurarsak Disney, uzun bir süre dışında kaldığı yeni-animasyon-sistemi'ne ancak '06'da dahil olabildi: Ancak bunu Simba gibi, özünü -yeniden, bularak değil, tamamen değişerek gerçekleştirdi-
yani neymiş: Öyle fasit daireler kurup, tek çözüm buymuş gibi önermek/davranmakla bu işler yürümüyormuş..
Read more

Inception


Christopher Nolan'ın '10 yapımı Inception, Hollywood'un uzun zamandır sıkıntısını çektiği "özgün senaryo.." konusunda ferah bir nefes aldırıyor bizlere.. Aslında teması (rüya alemi..) çok da yeni bir fikir değil, ancak rüya içinde rüya olayına bakışıyla oldukça etkili bir alan açıyor ve bunu görece "derin.." bir felsefeyle aksiyonu birleştirerek sunuyor.. Genel olarak başarılı ve özünde iyi bir film, ancak zaman zaman oldukça yorucu/fazla geliyor..

Nolan önce giriş sahnesine güzel bir biçimde yedirdiği bilgilerle Inception evrenini anlatıyor: Cobb, bir bilinçaltı hırsızı: Rüyalarına girdiği kişilerin gizli bilgilerini çalıyor, ancak sürecin/Inception evreninin çeşitli özellikleri var.. Madde madde yazarsam daha iyi olur..
i) Rüyadaki fiziksel görünümü rüyayı gören belirliyor (rüya mimarlarıysa bu işin profesyonelleri..)
ii) Fiziksel etkiler rüyayı da etkiliyor: Mesela rüyayı gören kişiye (gerçek dünyada..) tokat atıldığında/suya girdiğinde, kişi rüyasında da o tokatın etkisiyle savruluyor/rüyada yağmur yağmaya, sel oluşmaya başlıyor..
iii) Rüyadan uyanabilmenin tek koşuluysa rüyada öldürülmek ya da düşmek-
düşme şeysinin köklerini Jack London'ın Before Adam kitabına kadar uzatabiliriz..
Bunun dışında rüyadaki fiziksel acılar aynen gerçek dünyada deneyimleniyor-
"çünkü acı hissi zihinde deneyimlenir.."
iv) Rüyayı gören kişi kandırıldığını anlarsa rüya "çökebiliyor.."
v) Rüyayı gören kişi sakinliğini korumalı: Eğer sakin olamazsa bunun rüyada çeşitli etkileri oluyor (patlama, ya da "yansımaların.." rüya hırsızına saldırması gibi..)
vi) Birinci katman rüyada geçirilen 1 saat, gerçek zamanla 5 dkya eşit.. Katmanlar arttıkça süre de artıyor-
3. katmanda görülen bir rüya 10 yıl ya da 50 yıl"mış gibi.." sürebiliyor misal: Ki, oha..
vii) Rüya hırsızlarına karşı çeşitli savunmaları uygulanabiliyor.. Ancak bunun için (de..) eğitim alınmalı..
viii) En yüzeyselini sona sakladım: Rüya hırsızlarının, çalacakları bilgiye daha kolay ulaşmaları için, rüya mimarları hapishane ya da kasa gibi yapılar inşa ediyorlar: Sebebi de, fiziksel olarak o yapıyı koruma "içgüdü.."süyle en gizli bilgiler oraya saklanıyormuş-
hadi len..

Filmin hikayesine geldiğimizdeyse karşımıza çetrefilli bir yol çıkıyor: Finaldeki twist kafaları karıştırsa da, hikayenin sonunu iki şekilde değerlendirmek mümkün..
i) Hikayeyi lineer kabul edip, sondaki twisti görmezden gelmek..
Ki, filmin basın bülteni de bu şekilde değerlendirilmesi "gerektiğini.." belirtiyor: Cobb, bir bilinçaltı hırsızı: Etkili bir rüya mimarı olmasına rağmen, artık mimarlık yapmıyor-
zira, fırtınalı bir beraberliği olduğu eşi Mal'u bilinçaltından atamaması dolayısıyla Mal'un yansıması, inşa ettiği rüyaları sabote ediyor..
Bir iş veriliyor Cobb'a, Saito'dan bilgi çalması gerekiyor ve bunu son anda da olsa başarıyor.. Çocuklarından uzak yaşayan (çünkü yaptığı iş legal olmadığı için aranıyor..) Cobb, Buenos Aires'e gidecekken Saito'dan bir teklif daha alıyor: Cobb'un çıkardığı işten etkilenen Saito, enerji sektörünün dev firmalarından biri, birisinin varisinin bilinçaltına girip, bilgi çalmasını değil, bilgi eklemesini istiyor: Karşılığında da çocuklarının yanına dönebileceğini söylüyor.. İşi kabul eden Cobb, ekibini kuruyor: Ancak bu zorlu bir süreç olduğu için, 3 katmanlı bir rüya labirenti inşa ediliyor ve her defasında "daha derine.." (Odishon-göndermeli..) inerek bunu gerçekleştirirken, Mal'la arasındaki sorunu da halledip, çocuklarının yanına dönebiliyor..

Bu açıdan bakıldığında (twist hariç..) kurguda bir sorun yaşanmıyor: Zira, filmin sonuna tekabül eden başında Saito'yu kurtarmak için gittiğinde onu yaşlanmış olarak bulmasının sebebi Saito'nun Araf'ta kalmış olması..

Filmi şu haliyle değerlendirdiğimizde, işlenen iki konu olduğunu görüyoruz: İki kez tekrarlanan "fikir virüs gibidir.."in kendini kanıtlaması..
Cobb, eşiyle birlikte rüyalarının 3. katmanına inip, birbirlerinin bilinçaltlarında yeni bir dünya inşa ediyorlar: Ve orada 50 yıl boyunca birlikte yaşıyorlar: Ancak, geçen uzun zamanda (araya Hollywood'un bir türlü üzerinden atamadığı "Tanrıcılık oynamak.." metaforuyla Tanrı varlığını kabul etmesi klişesi de sığdırılıyor tabii..) "kaybolduklarında.." Cobb, çıkış yolunu Mal'un bilinçaltına bir bilgi eklemekte ("dünyan gerçek değil..") buluyor.. İkisi de tren raylarında intihar edip, "gerçekliğe.." uyandıklarında Mal, bu etkiden çıkamıyor: Kendi çocukları yerine, rüya alemindeki çocuklarının gerçek olduğuna inanıyor ve Cobb'u yeniden oraya dönmek için ikna etmeye uğraşıyor-
ki, yöntemleri korkutucu sahiden..
Ancak Cobb, onun peşinden gitmiyor: Mal bu "gerçekliği.." yıkmak için de intihar ediyor ancak, bu defa Cobb, gitmiyor.. Cobb, Mal'un anılarını yaşatmak için sık sık rüya görmek için kendini makineye bağlıyor-
yusuf'un yerindeki makineye bağımlı olan yaşlılar gibi..
Ancak bundan kurtulması da lazım bir yandan: Bunu yapmak içinse suçluluğu kabullenmeli ve ona gerçeği söylemeli.. Yapıyor da..

Fischer özelindeyse, babasının şirketini parçalaması için bilinçaltına bilgi ekleniyor: Bunuysa (belki zorlama bir alt-metin eklemlendirmesi ama..) Oedipus kompleksi çerçevesinde değerlendirebiliriz: Zira, Fischer, babasını aynen o dönemdeki bir çocuk gibi çarpıtarak algılıyor, Cobb ve ekibinin manipülasyonuyla gerçekleşse de, babasını olduğu gibi/ambivalans olarak değerlendirmeyi başarabiliyor: Ve bu sayede o bilgi eklemesi işe yarıyor-
ancak bunu derken bile hala rüyasının 1. katmanında olması da bi yandan film hatası gibi duruyor..

Gelelim ikinci seçeneğe, sondaki twistle birlikte Cobb'un bir başkasının rüyasında olduğunu veya Mal'la Araf'ta kaldığını düşünmek..
Buna kapı açansa, rüyaya girenlerin kullandıkları "totem.."ler: Mesela Cobb'unki bir topaçken, Arthur'unki bir zar, Ariadne'se kendine satranç taşlarından fili seçiyor..
Totemler (evrenden bahsederken belirttiğim gibi..) kişinin "kendi.." rüyasında mı, yoksa başkasının rüyasında mı olduklarını anlamalarını sağlıyor: Cobb, gerçekte olduğunu topacı çevirerek ve onun durmasıyla anlarken, finalde topaç durmuyor..

Gerçeğe uyandıklarında Cobb ve Saito'nun birbirlerine "garip.." bakışları anlaşmaya uyup uymamayla alakalı olsa da, diğer yandan Saito'nun kurnazlığının da ürünü olabilir: Zira, rüyanın birinci katmanında minibüs sulara gömüldüğünde sadece ikisi uyanamıyor ve Cobb, ikinci katmanda ölmesiyle Araf'a düşen (çünkü kullanılan yatıştırıcılar kişi rüyasında ölse bile uyanmasını engelliyor..) yaşlı Saito'yla karşılaşıyor.. Katmanlar arasındaki süre farkıyla hızlı bir şekilde yaşlanan Saito, Cobb'un teklifini kabul etse de, çalınan bilgisinin intikamını alıyor olabilir-
hatta biraz daha abartıp (ki, bence gayet olası..) şöyle de diyebilirim: Filmde aslında bilinçaltına bilgi yerleştirilen kişi Cobb: Zira, filmin başındaki sahneleri de gayet Cobb'un rüyasının 3. katmanı olduğunu ve eklenen bilgi sonrası Cobb'un bilincinde o fikrin "kanser.." gibi yayıldığını düşünmek de olası..

Ya da daha romantik bir okumayı tercih edip, Cobb'un Mal'dan vazgeçmediğini ve onu hala yaşatacağını söyleyebiliriz-
topacı önceden Mal'un kullanıyor oluşu ve onun kullandığı zamanlarda durmayışı düşünüldüğünde..

Tabii bir de Nolan özelinden, bir auteur'ün kişisel takıntılarını izleme durumu var: Ki, yaptığı iş de hikayesini anlattığı Cobb'unkiyle hemen hemen aynı..

Filmi teknik açıdan eleştirmek mümkün diil, ancak aksiyon sahnelerinden bazılarının hikayeye ne gibi bir katkısı olduğunu da sormak gerekiyor..

*: De kardeşim o nasıl "bir damla gözyaşı.."dır öyle ya??
Read more

Bambi


'42 yapımı Bambi, aslında başlangıçta gerçek oyuncularla çekilmesi düşünülen, sonrasındaysa animasyon olmasına karar verilen ve bu yönüyle en iyisini yapan, güzel bir film: Hatta en sevdiğim Disney filmi..

Felix Salten romanından uyarlanan filmin hikayesini -yine, bilmeyen yoktur, ancak birkaç cümleyle özetlersek şöyle: Ormanın birinde Bambi adında yeni bir "prens.." dünyaya gelir, annesinin gözetiminde, Thumper, Flower ve Faline'in arkadaşlığıyla zaman geçer ve yeni şeyler öğrenirken, bir gün annesinin öldürülmesiyle neye uğradığını şaşırır: Sonrasında babasının gözetiminde yaşamaya devam eden Bambi'yle Faline, birbirine aşık olur ve iki çocukları olur-
insanlarsa av sezonunun açılmasıyla canlıları ve ormanı mahvetmektedirler..

Filmin (daha doğrusu romanın..) "kötü adam.." olarak yırtıcı (ki, filmdeki tek yırtıcı hayvan bir baykuş..) hayvanlar yerine, insanı seçmesi, çevreci bir özellik kazandırıyor filme ve lehine işliyor: Ancak, tam da bu özelliği dolayısıyla zamanında protesto bile edilmiş-
gerekçeleri misantropi miydi acaba??

Tabii ki filmin en can yakan sahnesi, Bambi'nin annesinin öldüğü sahne.. Küçük bir çocukken bu sahnenin bende yarattığı his, hala aynı şekilde aynı etkiyle içimde -öylece, duruyor-
ki, bu yüzden annesini kaybeden çocuk imgesi gördüğümde gözlerim doluyor..

Ancak, film aile kavramına sanıldığı kadar önem atfetmiyor, Faline'i kurtarmak için canını tehlikeye atıp, köpeklerle savaşan Bambi, çocuklar doğduktan sonra hop: Babası gibi köşesine çekiliyor-
yanisi, soyun devamlılığı güvence altına alındıktan sonra kadının değeri/ederi kalmıyor azizim.. O yüzden ömür boyu hamile gezmek en iyisi..

neysse,, film mevsimler aracılığıyla episodik ilerliyor, aynı zamanda Bambi'nin de hızlı bir şekilde büyümesine sebep oluyor-
zira, filmin açılış sahnesinden sonraki "Bambi yürümeyi ve konuşmayı öğreniyor.." episodu (ve sonrasındaki "Bambi yeni bir şeyler daha öğreniyor.." episodları..) çok fazla uzun tutulmuş hissiyatı yaşatıyor-
filmin toplam süresiyse ironik bir biçimde 70'..

Tabii, bu filmin (yarın yazacağım..) The Lion King'e de fazlasıyla ilham verdiğini de belirtmek gerekiyor..

Aşk, büyüme, kayıp üzerine güzel bir film.. Keşke hep çocuk aklıyla izlense-
thumper'ı şimdi bile yemek istiyorum o ayrı :))
Read more

Disney'in Dünü Bugünü: Snow White And The Seven Dwarfs


[Animasyon seçkisi yapıp da Disney'e yer vermemek olmaz: Bu yüzden (sırf..) 4 filmlik küçük bir Disney tarihine bakış da olacak: Filmleri seçerken çok da zorlanmadım aslında, bi tanesi "ilk..", bi tanesi son dönem, bi tanesi en sevdiğim, diğeri de en başarılılarından bi tanesi..]

'37 yapımı David Hand (ve William Cottrell, Wilfred Jackson, Larry Morey, Perce Pearce, Ben Sharpsteen..) filmi Snow White (bizdeki adıyla Pamuk Prenses..) Walt Disney'in ilk uzun metraj animasyonu olmasının yanı sıra, Amerika'da yaratılan ilk uzun metraj animasyon da..

Grimm Kardeşler'in masalından uyarlanan filmin hikayesini bilmeyen yoktur muhtemelen de, yine de bikaç cümle şeyedelim: Bir ülkede "kötü kalpli.." bir kraliçe yaşamakta, bir de üvey kızı var Pamuk Prenses.. Her gün aynasındaki medyum-köleye dünyada ondan güzel bir kadın olup olmadığını soran Kraliçe, aynanın bir gün Pamuk Prenses'in ondan daha güzel olduğunu söylemesiyle "hain plan.."ını uygulamaya geçiriyor: Avcı'sına Pamuk'u öldürmesini ve kalbini ona getirmesini emreden Kraliçe yanılıyor haliyle.. Bu sırada hayvanlarla ve cücelerle kanka olan Pamuk'sa prensini bekliyor: Kraliçe, cadı kılığına girip elmayı Pamuk'un yediriyor, kendisi ölüyor ve Pamuk, prensin öpücüğüyle hayata dönüyor..

Şimdi filmi şu anki algımızla değerlendirsek, "bu ne lan??" deyip köşeye atarız-
ki, filmi ben pek sevmem misal..
Ancak, bu yöntem filmi doğru düzgün ele almamızı engeller bi yandan: O yüzden filmleri yapıldıkları dönem ve sonrasındaki etkileri bağlamında konumlandıran tarihsel eleştiri sularına yelken açmalıyız-
ki, bu da -yine, pek sevdiğim bir yöntem değil: Zira, işin ucu Citizen Kane'i "tüm zamanların en iyi filmi.." addetmeye çıkıyor zaman zaman: Çoğu zaman -her zaman..
neysse,, konu bu değil: Snow White, şu anki Türk sinema sektörü düşünüldüğünde dahi ortalama bir bütçeye sahip (~1.500.000$..) Ki, '29'daki Büyük Buhran'dan yakasını henüz kurtaramamış Amerika'nın o sene içinde bulunduğu resesyon da düşünüldüğünde film için bu kadar bütçe bulunabilmesi bile başlı başına "olay.."a dönüşüyor haliyle..
Diğer yandan filmin tamamının mavi/kırmızı filtreyle renklendirme diil de, çok daha fazla renk kullanılıp technicolorlanması da onu alanında ilk yapıyor..

Tabii, bir de sağlanan başarı ertesinde oluşan Disney ekolünün ilk eseri olması da var: Ancak, ben bunu olumlu değil, aksine Disney'in çok uzun bir dönem Amerikan animasyonunu domine etmesi ve daha da kötüsü tek-tipleştirmesi dolayısıyla oldukça "zararlı.." buluyorum.. Tabii bu, Disney filmlerinin teknik açıdan kötü oldukları anlamına gelmiyor: Snow White da, şu anda bile işçiliğiyle pırıl pırıl parlıyor-
sadece Pamuk'un hayata döndükten sonra cüceleri öptüğü sahnede bi hata var-
7 değil, 6 cüce öpüyor Pamuk :))

Pamuk karakterinin tam dayaklık olması durumu da var, ancak, bu animasyondan bağımsız değerlendirilmeli..
Read more

Sennen Joyû


'01 yapımı Satoshi Kon animesi Sennen Joyu'yu tanımlamak için kelimeler kifayetsiz kalıyor hakkaten: Delicesine saf-sinema sevgisiyle yoğrulmuş, dahası sadece sinemanın yaşatabileceği bir deneyim..

Hikayesi şu: Chiyoko Fujiwara, '23'teki 7.9 büyüklüğündeki Kanto Depremi'nde doğmuş, babasını depremde kaybeden Chiyoko, annesiyle babasının işlettiği dükkanı işletirken, keşfediliyor.. Japon geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan annesi, onun oyuncu olmak yerine evlenmesini istiyor: Bir akşam Chiyoko, yoldayken bir adamla çarpışıyor, adamsa bir "asi.." Ona yardım eden Chiyoko, ondan bir anahtar alıyor.. Ve bu anahtarı ömrünün bir bölümünde yanından ayırmıyor, çünkü bir gün mutlaka görüşecekler.. Ancak, işler beklendiği gibi gitmiyor, Chiyoko oyunculukta ilerlerken, Japonya Mançurya'ya saldırıyor, sonrasında İkinci Dünya Savaşı'yla yerle bir oluyor, Chiyoko'ysa hep onu arıyor.. Bir gün anahtarını kaybediyor, evleniyor, anahtarını bulduğunda onu aramak için yollara düşüyor, yine bulamıyor: Yıllar geçiyor, bir gün -yine, bir deprem oluyor (muhtemelen '64'teki Niigata Depremi'ne atıf yapılıyor..) ve Chiyoko oyunculuk kariyerine son verip inzivaya çekiliyor: 30 yıl boyunca herkeslerden uzak bir şekilde yaşamına devam ediyor.. Ona hayran olan Genya'ysa onun hakkında bir belgesel hazırlamak için bir gün -yine, deprem olmuşken Chiyoko'nun evine gidiyor: Anahtarı kadına veriyor ve bunları öğreniyor-
chiyoko'ysa, Genya'nın onun için yaptıklarını..

Filmin aşkı anlatmak için tercih ettiği yöntem sinema: Bunu da Chiyoko'nun filmografisi üzerinden işlerken, hem sinema tarihine, hem Chiyoko'nun kişisel tarihçesine, hem de bir ülkenin tarihine bakıyor: Ve başta da söylediğim gibi, bunu sadece sinemanın yapabileceği bir şekilde anlatıyor: Aynı kadraj içinde hem geçmiş, hem de şimdi yer alıyor: Şimdi, geçmişi yorumlarken, geçmiş şimdiyi etkiliyor.. Ve aralarındaki geçişler (şimdi-geçmiş, filmografi-kişisel tarihçe..) zaman zaman öyle bulanıklaşıyor ve birbirini öyle güzel tamamlıyor ki, kocaman bir orgazma dönüşüyor film-
gözleriniz için :))

Sennen Joyu, ne isterseniz ona dönüşüyor: İster bir ülkenin tarihi, ister o ülkenin sinema tarihi, ister bir insanın aşk mücadelesi, ister eğlenceli bir mockumentary, ister Shakespeareyen bir trajedi, ister yaşlı bir insanın dünyadaki son günü-
bu noktada Sokurov güzellemesi Mat I Syn'i de anmamak olmaz..

Olağanüstü bir film, sinemanın gücü..
Read more

La Planète Sauvage


'73 yapımı Rene Laloux animasyonu La Planete Sauvage, oldukça etkileyici bir yapım: Son iki yazıdır, hayvan dünyasında geçen filmlerin insanlara/-lığa da uyarlanabilecek yapısını düşündüğümüzde, Fantastic Planet (ki, filme bundan sonra bu adla sesleneceğim..) insanı "kurban.." olarak kodlayarak bunu bir adım daha öteye taşıyor: Bu açıdan distopyasının tonu zaman zaman oldukça karanlık bir ton kazanıyor..

Hikayesi şöyle: Draag adında bir uzaylı-ırk var: İnsana benzemelerine rağmen, devasa boyutlara, kırmızı gözlere sahipler: Ayrıca kullandıkları zaman sistematiği oldukça farklı: Onların bir haftaları, insanların bir yılına eşit.. Bir de insanlar var, ki Draaglar onlara "Om.." diyorlar.. Filmin açılışında Draag-çocuklar kucağında bebeği olan "vahşi.." bir Om kadınıyla oynuyorlar ve onu öldürüyorlar.. Ortada kalan bebeği Sihn'in kızı Tiva alıyor ve onu oyuncağı yapıp, Terr adını veriyor.. Birlikte büyüyen Terr ve Tiva, Draag bilgilerini de birlikte öğreniyorlar-
babası her ne kadar bunu istemese de.. Tiva'nın yetişkinliğine adım attığı meditasyon töreninden sonra kendisiyle yeteri kadar ilgilenmemesini fırsat bilen Terr, Tiva'nın kulaklığıyla birlikte kaçıyor ve vahşi Om'larla birlikte yaşamaya başlıyor.. Hep birlikte Draag bilgilerini öğrenmeye başladıktan bir süre sonra Draaglar yaşadıkları bölgeye bir saldırı düzenliyorlar ve birçok Om bu sırada ölüyor.. Bu olay ertesinde dağınık haldeki Om toplulukları da bir araya geliyor ve Fantastic Planet'e gitmek için (Draag bilgilerini kullanarak..) roket yapıyorlar.. Yine o sıralarda Draagları öldürmenin yolunu keşfedince iki ırk barış yapıyorlar ve birarada yaşamaya başlıyorlar-
her ne kadar uydu inşa etseler de..

Filmi birçok açıdan değerlendirmek mümkün, ancak ben üzerinden geçen onca yıl ertesinde günümüzde daha da anlam kazanan Obskürantizm noktasından yaklaşacağım.. Draagların, Omların yıllar içindeki birikimlerini yorumlama biçimleri, onları küçümsediklerinin yanı sıra, kendilerini de en üst noktaya koyduklarını belirtiyor: Geldikleri noktada, yeni bir şeyler yapmak yerine, gelişimin önünü tıkamakla daha çok meşguller.. Devletler nasıl okul eğitimiyle, resmi politikalarını çocuklara aşılıyorlarsa, Draaglar da aynı uygulamayı kulaklıklar aracılığıyla, ancak çok daha tek-tipleştirici bir şekilde yapıyorlar: Zira, herhangi bir Draag'ın tek bir öğrenme biçimi var ve o bilgiyi silmesi (ya da araştırması..) mümkün değil-
verilen bilgilerin daha çok "bilimsel.." olup, politika gibi şeyler ihtiva etmemesi ilginç bu noktada..
Draaglar, Omları medeniyetlerine kabul etmeyip, sistemlerinden dışlamaları bir yana, işi soykırıma kadar taşımaları da oldukça tanıdık geliyor: Öjenik bir yapılanma karşımızdaki-
kanlarının mavi oluşunun da imlediği bir "soylu.."luk durumu var: Soykırımın meşruiyet ayağını da sistemin işlerliğini bozmalarında yatıyor-
ki, günümüzde "öldürme.." söylemi dillendirilmese de, benzer sebeplere kaynak aktarımı kesilen, veya başka yöntemlerle cezalandırılan çeşitli toplumsal katmanların yapısı düşünüldüğünde hala aynı kafanın dolaşımda olduğu da ortada..

İşin bilgi kısmına geldiğimizdeyse, iki şekilde durumu özetliyor film:
i) Omlar açısından, bilgi önemlidir, gelişimini sağlayıp üzerindeki tahakkümü k/ald../ırabilirsin..
ii) Draaglar açısından, bilgi önemlidir, yıkılmak istemiyorsan kimseyle paylaşmamalısın..
Finalde bu iki görüşü dengeleyen filmin tavrını ideal bulmak olası, ancak beri yandan naif olduğunu da kabul etmek gerekiyor: Çizdiği distopyanın yansımasında işler hala değişmiş/-ebilmiş değil çünkü :))

Hakkaten çok güzel bir film kendisi: Düşünsel altyapısı bir yana, yarattığı gezegen ve olağanüstü ses işçiliği için bile izlenebilir..
Read more

The Secret Of NIMH


'82 yapımı Don Bluth filmi Secret Of NIMH, güzel bir animasyon.. Bluth, Disney'de animatör olarak çalışıyor, hatta şirket bünyesinde bir tane kısa animasyon çekmesine rağmen, sonradan "eh sikerim.." diyerek (7 arkadaşıyla birlikte..) Disney'den ayrılarak kendi stüdyosunu kuruyor-
tırnak içindeki cümleyi ben ekledim ama, söylemiştir muhtemelen..
Ve hakkaten karşımızda Disney gibi görünen, ancak anti-Disney bir yapım var-
kan görünüyor lan en basitinden: Konusu ve anlatım tercihleri de bir Disney filminde göremeyeceğimiz türden..

Hikayesi şu düzlemde ilerliyor: National Institute of Mental Health (ki NIMH kısaltması da buradan geliyor..), çeşitli hayvanlar üzerinde deneyler yapan bir kurum: Zamanında topladıkları fare ve sıçanlara çeşitli enjeksiyonlar yapıyorlar ve bu da hayvanları daha "entelektüel.." bir boyuta çekiyor.. Filmin açılış sahnesinde Nicodemus, sıçanları oradan kurtaran, ancak sonradan Dragon tarafından öldürülen Jonathan'ın anılarına ve eşyalarına saygı duruşunda bulunuyor.. Jonathan'ın eşi Mrs. Brisby'yse 4 çocuuyla kalan yalnız bir kadın: Çocuklarından biri, birisi fena halde hasta: Ages'a gittiğinde çocuun tüberküloz olduğunu öğreniyor ve bunun için ilaç alıyor-
adam da bi aksi ki, sorma..
İlacı aldığında karga (ve badak..) Jeremy'yle tanışan Brisby'nin başında büyük bi problem daha var: Evinin olduğu yerde traktör var ve tehdit altında.. Evi yıkılacakken bunu Shrew yardımıyla engelleyen Brisby, kesin çözüm bulmak için arayışa başlıyor: Baykuş'a (yenme pahasına da olsa..) giden Brisby, ondan Nicodemus'la konuşması yönünde bilgi alıyor ve Nicodemus'a ulaşıyor: Onun yanında eşinin neden öldüğünü ve neden herkeslerin eşine saygı duyduğunu anlayan Brisby, kolyesini takıyor.. Olaylar karışıyor ve film mutlu bir finalle bitiyor..

Öncelikle filmde böylesine güçlü bir kadın karakter görmek, filmi (görsel açıdan olmasa bile..) tematik açıdan animelere yakınlaştırıyor: Oğlunu kurtarmak için başlayan mücadelesi, evini kurtarmaya kadar uzanıyor.. Diğer taraftaysa sıçanların kendi "ev.." mevzuuları var: Zihinsel açıdan geliştikten sonra, kendilerine fecii psychedelic bir dünya kuran sıçanların yaşadıkları yerdeki olumsuz şartlar ve "hırsızlık.."ları dolayısıyla Thorn Vadisi'ne taşınma planları da var.. Nicodemus bunu isterken, ona suikast düzenleyen Justin (ki, Dragon'la birlikte filmin tek kötü adamı..) kalmak istiyor.. Göçmenliği anıştıran bu yapıyı daha ayrıntılı olarak çözümlemek mümkün..
Çünkü film Brisby (tarla faresi..) ve sıçanları birbirinden ayırıyor: Brisby, tarlanın "yerli.."siyken, sıçanlar sonradan gelenler: Yaşadıkları yerler ve yaşam pratikleri de farklı: Sıçanlar, "hırsızlık.."la devam ediyorlar ve Nicodemus (ve diğerleri..) buna artık bir son vermek, başka bir yere (sonradan..) gitmek istiyorlar.. Dahası, "yerli.." Brisby'nin yaşamına aynı yerde devam etmesi için canla başla çalışırken, kendileri için böyle bir çabaya girişmiyorlar-
girişen Justin'in kötü olarak kodlanması bu açıdan ilginç..
Brisby'nin "doğal.." düşmanı traktör(ve doğal olarak insan..)ken (bi neviinden Jaws, ya da Gojira..), sıçanların düşmanının -yine, aynı olmasına rağmen, NIMH özelinde bir kuruma atfedilmesi meseleyi "politika.." düzlemine kadar taşıyabileyecek potansiyele sahip-
ki, ben taşıyorum, eheh..

neysse,, gayet güzel bir film Secret Of NIMH.. Karga Jeremy için bile izlenebilir..

*: Remakeinin de yolda olduğunu belirtelim..
Read more

Fantastic Mr. Fox


Wes Anderson'ın '09 yapımı ilk uzun-metraj animasyonu Fantastic Mr. Fox, bildik Anderson dünyasını barındırırken, animasyon olmasıyla aldığımız zevki daha da artırıyor..

Hikayesi şu şekilde: Mr. Fox, hırsızlıkla geçimini sağlayan bir tilki, bir gün eşiyle birlikte yine hırsızlık yaparken yakalanıyorlar ve eşi ona hamile olduğunu söylüyor: Eğer oradan kurtulmayı başarabilirlerse Mr. Fox'un bir daha hırsızlık yapmayacağına dair söz alıyor ve açılış sahnesi bitiyor.. Aradan geçen yıllarda, çocukları büyüyor, Mr. Fox bir gazetede köşe yazarlığı yapmaya başlıyor.. Ancak, mutlu değil.. Taşınmaya kadar veriyor/lar ve görkemli bir ağacın içinde yaşamaya başlıyorlar.. Tam karşılarında da 3 tane devasa çiftlik var, Boggis, Bunce ve Bean'in işlettiği.. Plan yapıp her gece bir tanesini olmak üzere 3 yeri de soyuyor Mr. Fox.. Bu sırada yanlarına Kristofferson da taşınıyor.. 3 "kötü.." adam Mr. Fox'a ulaşmaya ve onu öldürmeye çalışırken işler çığırından çıkıyor, ancak film, mutlu sonla bitiyor..

Daha açılış sahnesinde aslında, Mr. Fox, nasıl dayanılmaz bir tilki olduğunu gösteriyor: İki kere eşine tercih opsiyonu sunmasına rağmen, sonunda yine onun dediği oluyor.. Hakkaten çok sinir bozucu olan bu ve buna benzer davranışlarını film boyu sürdüren Fox'un başına çoraplar da bu yüzden örülüyor: Film de, Fox'un her ne kadar dersini almış olsa da, değişmeyeceğinin farkında: Kurgusunun circle olması bu yüzden.. Fox, bunu tilki ve en nihayetinde "vahşi.." hayvanlar olmalarına bağlıyor: Her ne kadar kredi kartı dahi kullanacak kadar gelişmiş olsalar da, yemek sahnelerinde kendilerinden geçişleri bu yönlerini vurguluyor.. İşte böyle bir durumda, Mrs. Fox'un idea/l düşüncesi her ne kadar belli bi süre Mr. Fox'un duyguları üzerine baraj kursa da, dürtülerine set çekemiyor ve baraj kapakları açılmak yerine "patlıyor.."-
hayvanlar üzerinde gayet güzel işlenen bu temayı, insan doğası üzerine okumaya çalıştığımızda da, benzer bir sonuçla karşılaşmamız olası haliyle: Ancak bu kısmı es geçelim, zira fecii patlayabilir/iz, eheh..

Film aynı zamanda Kristofferson ve Ash arasındaki ilişki özelinden de, kimlik üzerine konuşmak için geniş bir alan açıyor: Ash, babasının gölgesi altında ezilen bir çocuk: Atletik değil, "alışıldık.." tilki boyutlarında değil filan.. Bir de Kristofferson var ki, o da anti-tezi adeta.. Soyguna bile o götürülüyor.. Böylesi bir durumda Kristo'ya (adı çok uzun..) karşı olan davranışları aslında çok normal Ash'in: Zira, o da kendisini bulmaya çalışıyor.. Kristofferson'sa, yapay geliyor misal bana, konuşmayacağım o yüzden..

Filmde hayvanların "doğal.." ortamda avlandıklarını göremiyoruz-
the Lion King'deki gibi değil bu: Mr. Fox'un geçimini köşe yazarlığından, kunduzların danışmanlıktan, tavşanın aşçılıktan, Fox'un eski ortağı Fare'nin (ki, şahane bi karakter..) güvenlik işinden sağlaması vs..: Fox'un (ve diğer hepsinin..) bastırdığı dürtünün uyanması, bölgede yaşayan tüm hayvanlar için bir uyanışa, ve dahası hak mücadelesine dönüşmesi de oldukça manidar-
insan alegorisini devreye sokmayacağım -yine..
Bu açıdan (da..) bakıldığında oldukça sağlam olan film, şahane anlarıyla da benzersiz bişiiye dönüşüyor: Mükemmel tek kelimeyle..

*: Bir de "Bir narsisistik olarak Mr. Fox'un portresi.." var ki, süpermarkette Kylie'nin "trade-mark.."ını görücüye çıkardığı an her şeyi özetliyor..
Read more

Yellow Submarine


George Dunning'in adını Beatles'ın aynı adlı şarkısından alan klasik-kült-ötesi '68 yapımı filmi Yellow Submarine, aynı zamanda kariyerinin (de..) son filmi.. Beatles üyelerinin filme pek katkıları yok aslında: Zira, karakter seslendirmeleri başka aktörler tarafından yapılıyor (ki, bununla ilgili şahane bir gönderme de var filmde..), ancak Beatles üyeleri filmin sonunda kısacık da olsa, görünüp kendi sesleriyle konuşuyorlar..

Hikayeyiyse şu şekilde: Film daha prologda "anlatıcı ciddiyetini.." tiye alarak akmaya başlıyor-
bir örneğini big Lebowski'de de gördüğümüz şekilde: Pepperland adında olağanüstü bir cennet var, denizlerin 80.000 fersah altında: İnsanlar oldukça mutlular, çünkü Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band, onlar için sürekli şarkılar çalıyor ve Pepperland'i de koruyorlar.. Ve fakat, Mavi Cimriler (meanie/s olarak geçiyor filmde, genel olarak "kötü.." bi anlam ifade etse de, karakterlerin Yahudi-parodisi olarak (da..) işlendiği düşünüldüğünde daha bir anlamı karşılıyor gibi "cimri.." kelimesi..) Pepperland'e saldırıyorlar: Bu saldırıda kullandıkları "silah.."larsa şunlar: Deliler, palyaçolar, göbeklerinde kocaman bir ağız bulunan Kapıcı Türkler, anti-müzik füzeleri ve heybetli uçan eldiven.. Saldırı başarıya ulaşıyor ve müziksiz kalan Pepperland sakinleri taşlaşıyorlar, bir kişi hariç: Yaşlı Fred.. O da Sarı Denizaltı'ya binip, yardım çağırmak üzere yola çıkıyor..
Jenerik akıyor ve şarkı giriyor..

İngiltere'ye gelen Fred, önce Ringo'yu takip etmeye başlıyor ve sonrasında tüm ekiple birlikte Pepperland'i kurtarmak üzere yola çıkıyorlar.. Yol boyunca çeşitli şeylerle karşılaşan üyelerimiz, sonunda Pepperland'e varıyorlar ve sevgiyle Cimriler'i yenip, Pepperland'i eski müzikli günlerine kavuşturuyorlar..

Öncelikle film gerçekten bi lsd tribi tadında ilerliyor: Hatta Frankenstein göndermeli sahnede parodisi bile yapılıyor: Frankenstein lsd'yi içtikten sonra John'a dönüşüyor, John, "Ringo, çok tuhaf bir rüya gördüm.." diyor, Ringo'ysa, "aç karnına içme diye seni uyarmıştım.."la diyaloğu tamamlıyor..
Görsel açıdan fecii psychedelic olan Yellow Submarine, göndermeleri (kimler/neler yok ki..) ve tashihli esprileriyle sürekli güldürüyor.. Esprileri Türkçe'ye anlamlarını kaybetmeden çevirmekse pek de mümkün değil: Kendimi en başarılı bulduğum ansa, "bugün günlerden ne??" sorusuna "sitartesi.." (sitarday..) gibi bir çeviri önerdiğim an olmuştu misal, hey gidi..

Filmin göndermeleriyse oldukça fazla: Frankenstein, King Kong, L'arrivee D'un Train A La Ciotat'nın meşhur seyircinin üzerine gelen tren imgesi, Marilyn Monroe, Mandrake, Joan Crawford, Einstein, Phantom görsellerinin yanı sıra, Beatles'ın kendi şarkılarındaki imgeleri de canlandırıyor..

Filmin başka (hatta en..) bir güzel kısmı da, Beatles şarkılarına çektiği klipler: Hepsi birbirinden güzel olan şarkılara eşlik eden görüntüler de olağanüstü ancak, Eleanor Rigby, şarkıyı da çok sevdiğim için, çok "başka.."

Lsd almadan tribini (hem görsel, hem işitsel, hem de geyik kısmı..) yaşatan, mükemmel bir halüsinojen Yellow Submarine: Manifestosu da cabası..

*: Zemeckis tarafından remakeinin de hazırlandığını belirtelim..

"Yes, they do look very nice, don't they??"
"Yes, they do.."
"They do, though, don't they??"
"Yes, they do.."
"Don't they, dough??"
"Dough??"
"Don't ask.."
"That's dough.."
Read more

Mononoke-Hime


Miyazaki'nin ilk defa bilgisayarda yaratılmış grafikleri de kullandığı '97 yapımı harika animasyonu Mononoke-Hime, pseudo-dörtlemede pek karşılaşmadığımız bir şiddeti de içeriyor: Zira, Kaze No Tani No Naushika'da intikamını almış, Tenkû No Shiro Rapyuta'da yenilmiş, Tonari No Totoro'daysa barışmış doğayı izlerken, bu filmde insana karşı "bilenen.." bir doğa karşılıyor bizi.. Daha açılışında bir iblis delicesine bir şekilde köye saldırmaya çalışıyor, Ashitaka onu öldürüyor, ancak bu sırada kolundan lanetleniyor.. Laneti kaldırmak için yola çıkan Ashitaka, önce samuraylarla çatışıyor, sonrasında Jigo'yla tanışıyor-
ki son derece yerinde tespitler yapmasına rağmen, filmin en itici, belki de tek kötü karakteri..

Ashitaka, önce San'la karşılaşıyor.. San'sa, bir kurt-kız: Moro adındaki kurt-tanrının büyüttüğü bir kız.. San, Ashitaka'ya gitmesini söylüyor, ancak Ashitaka gitmiyor ve iki kişiyi Iron Town'a götürmeye başlıyor-
ki, bu sırada ortaya çıkan küçük orman ruhları kodamalar olağanüstüler..
Ashitaka, Iron Town'a vardığında onun lanetlenmesine sebep olan Eboshi'yle tanışıyor: Ki ablamız, ateşli silahları Iron Town'a getiren ve üretiminin devam etmesini sağlayan, işçi ve savaşçılarını da genellikle fahişelerin oluşturduğu, güçlü bir figür-
filmdeki bu rol-değişimi incelemeye son derece müsait: Kasabadaki erkekleri ikinci sınıf olarak kodlayan, kadınlarıysa birinci sınıfa taşıyan bu anlayış, Freud'un Totem Und Tabu'sunun da ruhunu çağırıyor bir yandan-
animizmle (film özelinde Şinto'yla..) bağlantı kurmak için, ne yazık ki film yeterince done sunmuyor..
Filmin, eski bir dönemde geçmesi ve topluluğun ana-erkil özellik göstermesi, henüz "dönüşmediğini.." gösteriyor: Zira, tıpkı Tanrı figürü'nün kadından erkeğe evrilmesi gibi, toplumsal yapıda da ana-erkillikten ata-erkilliğe geçişin olduğu antropolojik çalışmalarla biliniyor: Iron Town'daki erkeklerin "silik.." tipler olarak kodlanması ve kadınlarınsa fahişe olduklarının "özellikle.." belirtilmesi bu bağlam içinde değerlendirildiğinde taşlar yerine daha bir oturuyor..

Film ilerledikçe, doğadaki canlılardaki dönüşümü de izliyoruz: Maymunlar insan eti yemek istiyor, domuzlar savaşmak için toplanıyorlar.. İnsanlar da boş durmuyorlar, imparator, Shishigami'nin kafasının onu ölümsüzlüğe taşıyacağına inandığı için Jigo'yu görevlendiriyor, Jigo'ysa Eboshi'yi maşa olarak kullanıyor, Eboshi ordusundan kalifiye adamları yanına alıp Shishigami'nin kafasını almak için giderken, bi kısmı domuzlarla savaşmaya, kadınlarsa Eboshi'nin yokluğunu fırsat bilip saldıranlara karşı koyuyorlar.. Domuzların hepsi, Ottoko hariç, öldürülürken, kadınlar saldırıyı püskürtebiliyorlar..
Ottoko, San'ı da iblise dönüştüreceği sırada Shishigami ortaya çıkıyor ve Moro'yla onun canını alıyor.. Boş durmayan Eboshi, onun kafasını vücudundan ayırıyor ve orman ölmeye başlıyor.. Ashitaka ve San, kafasını geri veriyorlar, ancak Shishigami ölüyor.. Yine de her tarafı yemyeşil yapıp, tahribatın izlerini siliyor..

Çok katmanlı hikayesini anlatırken yalpalamayan bir film Mononoke-Hime: Öncelikle her anı doğa sevgisiyle yoğrulmuş, ancak Ashitaka ve San arasındaki sevgi de öylesine güzel anlara sahip ki, insanın ağzı açık kalıyor.. Öyle böyle değil.. Teknik açıdansa insanın ağzını açık bırakıyor..

Read more

Tonari No Totoro


'88 yapımı Tonari No Totoro, en sevdiğim ikinci Miyazaki filmi.. Deli ötesi güzel bir şey çünkü.. Aslında, gayet ilk pseudo-üçlemeye de kolaylıkla dahil edilebilecek yapısına rağmen, çevreyle kurduğu ilişki, diğer filmlere oranla çok daha fazla olduğu için, bu dörtlemeye dahil etmek daha iyi gibi geldi..

Hikayesi kısaca şu şekilde: Mei ve Satsuki, anneleri hastanede tedavi gören iki kız: Arkeoloji alanında çalışan babalarıyla yeni bir eve taşınıyorlar.. Eve daha ilk geldiklerinde "garip.." şeyler oluyor: Susuwatarilerle karşılaşıyorlar, hatta bir tanesini Mei "öldürüyor.." Evlerine yerleştiklerinde eski-düzenlerine de dönüyorlar: Satsuki okula giderken, babası da çalışıyor.. Mei'yse, Alice gibi, beyaz tavşanı izleyerek ve bir ağaç kovuğundan düşerek Totoro'yla tanışıyor.. Satsuki de tanışıyor onunla.. Bir gün telgraf geliyor, annelerinin soğuk algınlığı dolayısıyla o hafta çıkamayacağını öğreniyorlar.. Kavga ediyorlar, Mei'yse elindeki mısırla annesini bulmaya gidiyor:
Catbusla birlikte Mei'yi arayan Satsuki, onu bulduğunda annesinin de mutlu olduğunu öğreniyor..

Öncelikle, film her ne kadar çok eğlenceli olsa da, fecii bir hüzünlü yan da barındırıyor ki, birkaç yerde artık gözyaşları kendiliğinden akabiliyor.. (Muhtelemen tüberküloz olan..) Annelerinin hastalığı ve onlardan ayrı olmasının kızlar üzerindeki etkileri farklı oluyor: Satsuki durumla başa çıkabiliyor, çünkü "büyük..": Yemek hazırlıyor, evi temizliyor, okuluna gidiyor.. Mei'yse, daha bencil, yaşının gereği: Yalnız kalmak istemiyor, ablası okuldayken onun okuluna gitmesi, ama en çok da babası çalışırken, "yemek vakti geldi mi??" demesi ya da ona çiçek toplaması gibi sahneler duygusal açıdan oldukça eziciler..

Tam da o sırada Totoro devreye giriyor: Ormanın ruhu olan Totoro, Mei için çok daha fazla anlam teşkil ediyor muhtemelen: Çünkü göbeğinde uyuyakaldığı andaki ifadesinden de rahatlıkla anlaşılabiliyor bu durum-
ki, aynısını ben de nasıl delicesine yaşamak istiyorum, anlatamam..
Filmin gerçekliğin yıpratıcı doğasıyla savaşmak için fanteziye kapı açması da oldukça iyi işliyor..

Bir de doğa konusu var ki, kelimeler kifayetsiz kalıyor: Defne ağacına sunulan teşekkürler, yardım istemek için edilen sözler, tohumların filizlenmeye başladığı sahne, Totoro'nun (ve diğer iki ruhla, kızların..) rüzgarın "kendisi.." olmaları anlatılacak gibi değil.. Gerçek olmasını en çok istediğim filmlerden..
Read more

Tenkû No Shiro Rapyuta


Hayao Miyazaki'nin yazıp yönettiği '86 yapımı filmi Tenkû no shiro Rapyuta, oldukça etkili bir iş..

Hikayesi şu şekilde: Laputa adlı bi uçan ada var.. Orada yaşayan halk, dünyaya inmeye karar veriyor ve orada yaşamaya başlıyorlar.. Ada'daki robot-hizmetkarlar orada kalıyorlar.. Uzun yıllar bu şekilde geçiyor.. Ve Laputa efsaneye dönüşüyor.. Ta ki, Laputa'daki bi robot, dünyaya düşene kadar.. Devlete gizli ajan olarak hizmet veren Muska, çeşitli aramaları sonucu Sheeta'ya ulaşıyorlar: Sheeta'nın ailesinden yadigar kolyesi eterium adı verilen bi elementten yapılmış, ancak çok daha önemli bi işlevi var: Düşen robotun göğsündekiyle aynı sembolü taşıyor.. Anne-babası ölen Sheeta, adeta kaçırılıyor, bu sırada içinde bulundukları uçağa bi grup "korsan.." saldırıyor ve Sheeta, bi şehire, bi çocuun kucağına "düşüyor.." Pazu adındaki bi çocuk da, uçmaya meraklı: Çünkü babası bi asker olan Pazu, uçak yapıyor kendince: Amacı, babasının fotoğrafını çektiği Laputa'yı bulmak.. İki genç, hem devletin askeri birliklerinden, hem de korsanlardan kaçtıktan sonra yakalanıyorlar ve Sheeta, Pazu'nun hayatını kurtarmak için onunla görüşmemeyi kabul ediyor.. Pazu'ysa filmin diğer "kötü.." korsanlarıyla işbirliği yapıyor ve Sheeta'yla Laputa'yı kurtarmayı başarıyorlar..

Film, oldukça sağlam bi altyapıya sahip: Bunu da üzerinde yükseldiği alegoriden alıyor: Laputa'yı bi nevi "tanrının/-ların evi.." olarak görmek mümkün: Çoğu kültürde kendine yer bulan Sodom ve Gomore'yi yok eden felaketin Laputa kaynaklı olduğunu söylemesi de, filmin bu meramını daha kalın bi şekilde vurguluyor.. Ancak film bunu belirtse de, doğrudan tanrı vurgusu yapmıyor, ahiret inancı olmayan Şinto'ya göndermede bulunuyor: Laputa'nın kadim bi ağaç çevresinde şekillenmesi boşuna diil.. Robotların adadaki ekolojik dengeyi korumakla yükümlü olmaları da..

Doğayla bi arada uyum içinde yaşamayı unutan insana bi ağıt niteliğinde ilerliyor film: Yapılan görkemli araçların/silahların para kazanmaya hizmet ettiği, madenlerden çıkarılan kömürlerin araçları çalıştırmak için kullanıldığı düzenin çöküşü, yine bu anlayışla oluyor: Hatta bunu Muska'nın sorumluluğunda gerçekleştirmesi eleştirisini çok daha anlamlı kılıyor.. Zira, o "sıradan.." bi insan diil, Sheeta gibi kökleri Laputa'ya uzanıyor.. Film, bunları yaparken, gelişimi de dışlamıyor tabii: Kaze No Tani No Naushika'nın o "birlikte.."lik fikrini tekrarlıyor.. Sevgiyi de unutmuyor tabii :))
Read more

Pseudo-Dörtleme: Kaze No Tani No Naushika


Hayao Miyazaki'nin '84 yapımı filmi Kaze No Tani No Naushika'tı diğer üç filmiyle birlikte yine bi dörtleme çerçevesinde ele almayı düşünüyorum: Belki biraz zorlama bir eklemlendirme çabası gibi görünebilir, ancak tematik açıdan dört filmin de birbirini tamamladığını düşünüyorum..

Kaze No Tani No Naushika, Miyazaki'nin kendi mangasından uyarladığı bir öykü.. Okumadığım için herhangi bir yorum yapamayacağım manga hakkında.. Filmiyse, teknik anlamda bazen zorlansa da, işlediği konu bakımından delicesine başyapıt ilan edilecek kadar güzel..

Bir distopya gibi başlayan filmin hikayesi şu şekilde: Uzak gelecek: Rüzgar Vadisi adında bir yerleşim yeri var, Nausicaa, buranın prensesi.. Ancak, dünyanın ekosistemi öylesine bozulmuş durumda ki, Zehirli Orman/lar giderek büyüyorlar.. Hayatta kalabilen insanlarsa maskelerle ya da Rüzgar Vadisi gibi "doğal.." korunaklı bölgelerde yaşamlarını sürdürüyorlar: Tolmekia'ysa güçlü bir başka devlet: Tolmekialılar ormanları yakıp yıkarak "çözüm.." üretebileceklerini sanırken, zehirli polenlerin henüz ulaşmadığı Vadi sakinleri ağaçlarla barış içinde yaşayabiliyorlar.. Bir de Pejitelılar var: Pejite prensesi Lastelle, ormanlarla savaşmak için Dev Savaşçı adı verilen öldürücü savaşçılar var: "Ateşin Yedi Günü.." savaşlarında kullanılan ve sonrasındaki 1000 yıl boyunca taşlaşıp "eski dünya.."ya gönderilmişler: Lastelle, onlardan bi tanesinin embriyosunu çıkarıyor ve ülkesine götürmek isterken, Tolmekialılar ona saldırıyorlar ve Lastelle Vadi'ye düşüyor savaş gemisiyle birlikte.. Ölüyor Lastelle, ancak savaşçıyı çalmak ve kullanmak isteyen Kushana, Vadi'yi adeta işgal ediyor..
Bu olay sonrasında Vadi'ye de zehirli polenler ulaşıyor ve Nausicaa, bununla savaşmaya başlıyor: Önüne çıkan tüm engelleri aşan Nausicaa, filmin başındaki efsaneyi gerçekleştiriyor..

Filmin, kendi evreni öylesine "canlı.." ki, sizi hemen etkisi altına alıyor: Özellikle, Nausicaa'nın Teto'yla karşılaştığında onu sakinleştirmesi ve hemen arkadaş olmaları filmin de can damarı haline geliyor: Nausicaa'nın "zehirli.." olarak bilinen ormanların aslında bozulan ekosistemi yenilemek için uğraştıklarını anladığı sahne gibi..

Miyazaki'nin çoğu filminde "doğa.." tema olarak işlense de, en çok öne çıkan filmi Kaze No Tani No Naushika.. Ancak bunu, kişisel olarak Miyazaki özelinde değil de, toplumsal olarak animizm üzerinden değerlendirmek çok daha iyi olur: Zira, Japon dinlerinden Şinto'nun kökleri de bu eski öğretide yatıyor.. Her canlının bir ruhu olduğuna inanmakla özetlenebilecek bu anlayışta, doğaya zarar verilmez, ona teşekkür edilir vs.. Ancak, Miyazaki bunu "mahvettiniz dünyayı: Yaptığınızı beğendiniz mi??" gibi bir söylemle sunmuyor-
yanisi: Al Gore banalliğine bulanmıyor..
Miyazaki, sanayileşmeyi, ya da genellersek insan hırsını olumsuzlamadığı gibi, doğaya zarar vermemek için yerinde saymayı da önermiyor: Nausicaa'nın bebek Ohmu'yu kurtardığı ve diğer Ohmuları sakinleştirdiği sahneyi bu yüzden çok lirik bir şekilde anlatıyor: Doğayla barışık olduğumuzda her iki "taraf.."ın da bundan fayda göreceğini söylüyor..

Ancak, tabii bunu yaparken, bazen fecii didaktizme kayabiliyor, ancak o kadar kusur kadı kızında da olur.. Sonrasında ders vermeyip, usul usul iç çeken filmleri geldi zaten..
Read more

Strings


'04 yapımı Anders Ronnow Klarlund filmi Strings fazlasıyla epik: Küçük de olsa kendi mitini yaratıp, onun etrafında şekillenen yapısının en kayda değer özelliğiyse oyuncu olarak kuklaları kullanması..

Abagos diye bi yerleşim yeri varmış eskiden, Zerithlerin yaşadığı.. Sonrasında Hebalonlar gelip o halkı yaşadıkları yerden sürüp, kendi krallıklarını kuruyor ve iki halk birbirine düşman oluyor.. Filmin açılışını, Zerithlerle olan bir savaşta yenilip, sonrasında kadın ve çocuklara saldırıp onları öldüren Hebalon kralının intiharı yapıyor.. Ancak kralın kardeşi, bunu kralın oğlu Hal'a Zerithlerin yaptığını söyleyerek, onu manipüle edip, yönetimi ele geçirmek için babasının katilini öldürmesini söylüyor.. Yemi yutan Hal, Erito'yla birlikte şehri terk edip, Zita'yla karşılaşıyor.. Bu sırada Hal'ın kız kardeşi ve Erito'nun eşi kralın öldürülmediği bilgisine ulaşıp kaçma planları yaparken tutuklanıyorlar.. Erito'ya şantaj yapan kralın kardeşi, onu Hal'ı öldürmesi için ikna ediyor.. Hal, bundan kurtuluyor, ancak bu defa da Zerithlerin eline düşüyor.. Sonrasında Zita'yla yakınlaşıp, aşık oluyorlar ve son savaş sonrası Abagos'u yeniden kuruyorlar.. Mutlu son..

Strings'in kuklaları seçmesi, anlatmak istediklerine oldukça uygun düşüyor.. Kuklaların ifadesiz yüzleri ve o ifadesizliğin taşıyamayıp altında ezildiği büyük duygusal tepkiler, sürekli ekranda olan (bazen sayıları yüzleri bulan..) ipler seyirciye set çekiyor: "Yukarıdan.." kontrol edilen, kukla olduğunun "bilincinde olan.." kuklanın iradesini kullanma inisiyatifi oldukça ilginç sorgulamalara götürebilir bizi: Her hareketi "yukarıdan.." kontrol edilen kukla imgesi, ister istemez insanın da alegorisine dönüşüyor: Hikaye olarak da hemen her kültürde bir örneği bulunabilecek bir hikayeyi yoğurup kendi evreninde yeniden-canlandırması da bu yüzden diye düşünüyorum..

Filmin, bir diğer teması da özgürlük: Özgürlüğe dair vurgusunu karakterlerini böylesine kısıtlayarak işlemesi filmin en büyük artısı.. Bu ironik yöntem, film boyu iyi işlese de, filmde özgürlüğünü "kendi iradesiyle.." kazanabilen tek karakterin bir hayvan (kuş..) olması da oldukça düşündürücü.. Diğer karakterlerinse özgür olabilmesi için ölmesi gerekiyor: Ayrıca vurgulanan "cennet.." kavramıyla, film, heybesine ahiret inancını da katıyor: Herhangi bir din pratiğine yer vermeyen film, Hal'ın rüzgar gibi zıplayabilmesi için (bir sınırı aşabilmesi/gelişebilmesi için..) Zerithlerin ezoterik öğretisini öğrenmesi, içselleştirip, kabul etmesi gerekiyor: Bir kuklanın bittiği yerde, diğerinin başladığını, kısacası hepsinin "bağlantılı.." olduğunu.. Ancak bu dönüşüm sonrasında bile Hal (ve yeni-şehirdeki kimse..) özgür olamıyor: Sadece huzur içinde yaşamaya devam ediyorlar-bu final konformizmi yeniden inşa ediyor desem, çok da abartmış olmam sanırım..

Eğer film jeneriğinde gösterdiği tavrı, film boyunca sürdürebilseydi, eminim bu filmi çok daha severdim.. Ancak, "şu.." haliyle yapamıyorum: Teknik ustalığına saygı duymakla yetiniyorum..
Read more

Flåklypa Grand Prix


Norveçli yönetmen Ivo Caprino'nun çektiği son filmi '75 yapımı kült animasyon Flaklypa Grand Prix, ülkemizde (ve Amerika'da..) pek bilinmese de, İskandinav coğrafyası başta olmak üzere Avrupa ve Japonya'da küçük çaplı bir fenomene dönüşmüş durumda: 4.8 milyon nüfuslu Norveç'te filme 5.5 milyon bilet satılması ve her Noel'de tvlerde gösterilmesi durumu özetliyor sanırım..
Açıkçası benim de 1.5 sene öncesine kadar varlığından bihaber olduğum filmi, sevgili yaratığı sayesinde izlemiştim..

Hikayesi şu şekilde: Reodor, Flaklypa'da dağın tepesinde ördeği Solan ve kirpisi Ludvig'le birlikte yaşayan bir bisiklet tamircisi: Elektriğini rüzgar aracılığıyla üreten ve kuyudan su çekmek için bir düzenek kuran Reodor, bir mucit: Solan ve Ludvig'in her sabah gelen gazeteyi posta kutusundan alabilmesi için onlara ayarlı platform bile hazırlamış: Çalışırken de sürekli kahve içiyor.. Bir gün gazetede eski asistanı Rudolf'un Grand Prix'lere katılıp, birinci olduğunu öğreniyor: Tvdeki Rudolf röportajından da arabanın motorunu Rudolf'un onun fikrini çalarak ürettiğini de..

Bu durum karşısında şaşıran Reodor, yarışlara katılmaya karar veriyor: Ancak ortada bir sorun var: Projesini (önceden..) çizdiği Il Tempo Gigante'yi üretebilmesi için paraya ihtiyacı var.. Bu noktada da devreye Aladdin Oil'in sahibi Arap petrol milyarderi Ben Redic giriyor: Başlangıçta gıcık bir tip sandığımız Ben, Reodor'un finansörü oluyor: Tabii, Reodor da ona karşı çok nazik: Türk kahvesi ikram ediyor-
filmdeki bu Ortadoğu göndermeleri sadece bununla sınırlı değil: Ana haber bültenlerinde Ortadoğu'da durumun karışık olduğunu Mısır - İsrail Savaşı'na gönderme yaparak belirten film, prolog kısmında filmin negatiflerinin Türk hamamında yıkandığı gibi bir espri de var-
filmin kendine-göndermeli yapısına geleceğim yine..

Ancak, eski asistan Rudolf da boş durmuyor, Reodor'un ürettiği Il Tempo Gigante'yi sabote edip, önemli bir parçasını (adını bilmemek, merak etmemek..) kesiyor.. Bu haliyle yarışa başlayan Reodor, yarış boyunca iki kez fecii geride kalmasına rağmen, Ludvig'in hep haklı çıkan öngörüleri sayesinde birinci oluyor..

Öncelikle film, teknik açıdan kusursuz: Filmdeki şarkı bölümünde karakterlerin solo çaldığı bölümlerde duyduğumuz seslerle, bastıkları notalar aynı-
aynı dönemlerde, bırakın animasyonu, gerçek oyuncu kullanılan Türk filmlerindeki enstrümanlı bölümlerdeki özensizliği düşündükçe insan bir tuhaf oluyor..
Filmin başka bir meziyeti de, kurduğu mekanik düzenekler: Reodor'un evindekileri geçtim, Ben Redic'in Rolls Royce'uyla, Il Tempo Gigante'nin görünüşleri ve mekanik aksamlarına gösterilen özen fetişizm kapsamında rahatlıkla değerlendirilebilir: Ancak sadece bu da değil: Film, aynı özeni karakterleri için de gösteriyor: Üzerinde delicesine uğraşıldığı o kadar belli ki, öylece kalıyorsunuz-
ki, Il Tempo Gigante'nin gerçek versiyonu da üretilip, sergileniyormuş..

5 kişilik bir ekibin hazırladığı (oha..) filmin kendine yaptığı göndermelerden ilki, açılışı yapan ve ara ara görülen kameraman, Charley Patey, Il Tempo Gigante'nin tanıtım seremonisinde şiir okuyansa filmin senaryonusu yazanlardan biri, birisi olan Kjell Aukrust..

*: Filmdeki en komik anlardan biri, birisi de Reodor'un arabasındaki kan tüpleri: B Rh +'le -'nin yanı sıra bir baron ya da aristokrata çarptığında kullanmak için hazır bulundurduğu mavi kan..

Süper bir film..
Read more

Ghost In The Shell Olayı: Kôkaku Kidôtai ve Innocence




Olağanüstü bir "şey.." Ghost In The Shell.. Masamune Shirow'un mangasıyla fitili ateşlediği, sonrasındaysa ortalığı kasıp kavuran bir yapım.. Ben sadece 3 filmini (Solid State Society animelerle bağlantılı olduğu ve tv için hazırlandığından blogda yer almayacak malesef..) izleyip, İngilizce basılmış ilk çizgi-romanını okudum.. Dizisini izlemedim..

Önce filmlerin hikayelerini kısacık yazıp, sonrasında genel Ghost In The Shell evreninden bahsetmek istiyorum..

İlk film, Kokaku Kidotai, '95 yapımı, ikinci film Innocence'se '04: Her iki filmin yönetmeni de Mamoru Oshii (ikinci filmin senaristi de aynı zamanda..) ve her iki filmin de olağanüstü müziklerini hazırlayan kişi Kenji Kawai-
belki de şu an dinlediğiniz parçaysa, ilk filmin mükemmel açılış jeneriğinin eşlikçisi, Making Of Cyborg..

Kokaku Kidotai, cyborg olan Motoko'nun "doğum.."uyla başlıyor, yıl 2029: Cyborglar artık gündelik hayatın içerisindeler, hatta öyle ki, Tokyo'nun ağ güvenliğini sağlayan 9. Bölüm'ün yürüttüğü soruşturmanın başında Motoko var ve ortağı -başka bir cyborg olan, Bato.. Ekibe üçüncü kişi olaraksa bir insan seçiliyor: Togusa..
Puppet Master'sa, bir program: Proje 2051 olarak hazırlanmış.. Amerika'da "doğduğu.." bilnmesine rağmen, aslında 6. Bölüm'ün bir oyunu: Ülke güvenliği açısından ağdaki çeşitli şeyleri izlemek için hazırlanmış: Ancak, Puppet Master, bir zaman sonra kendi varlığının "farkına varıyor.." ve kontrolden çıkıyor.. 9. Bölüm'dekiler onun peşine düşerken, o bir cyborga kendini yükleyip, 9. Bölüm'e gidiyor.. Bu sırada 6. Bölüm'dekiler gelip onu alıyorlar (aslında kaçırıyorlar..), ancak işin peşini bırakmayan Motoko, Puppet Master'la birleşiyor ve yeni bir forma geçiyor..

İkinci film Innocence'se, Bato'nun çevresinde gelişiyor: Motoko, sadece ağa bağlandığında Bato'yu izliyor.. İlk film gibi bir gynoid doğumuyla açılan filmde, bu defa üretilen robotların "sahip.."lerine saldırmaları olayını soruşturmaya başlıyor Bato.. Bildiğin seks kölesi olan robotların cinayetleri hakkında dava açılmıyor, zira robotların cinsel amaçlı kullanıldığı ortaya çıktığında kariyeri bitebilecek üst-düzey kişiler var.. Araştırmaya (ve öldürmeye..) başlayan Bato, sonunda ana gemiye girerek o zamana kadar suçu ispat edilememiş Locus Solus şirketinin suçlu olduğunu (Motoko'nun da yardımıyla..) ispatlıyor ve film, orta kısmındaki diyaloğa gönderme yapan bir sahneyle bitiyor..

Öncelikle, filmler, işitsel ve görsel açıdan inanılmaz bir ziyafet sunuyorlar: Öyküsü, el attığı temaları, kısaca her şeyiyle olağanüstüler..

İlk filmin Matrix'e ilham kaynağı olmasının ötesinde, Matrix'in bire bir pastişlediği sahneler de var, evet, ancak iki filmin temaları biraz farklı-
geleceğim buna yine..

İlkin aksiyon ekibindeki tek insandan, Togusa'dan başlayalım: Seçilmesinin üç gerekçesi var: Dürüst olması ve emirlere itaat etmesi: Yani bildiğin robot olması..
Üçüncü ve en önemli sebebiyse bir ailesi ve çocuğunun olması: Togusa (manipüle edilmemiş..) bilincini gelecek kuşaklara aktarabilmeyi başarabiliyor..

En çok varoluş sancıları çeken Motoko'ysa, kendi varlığından bile şüpheye düşüyor: Başka biri, birisi olup olmadığını, ölüp de beyninin başka bir bedene yerleştirilip yerleştirilmediğini merak ediyor: Bir adım daha öteye geçerek, var olup olmadığını sorguluyor..

Bato'ysa, korkunç ciddiyetiyle işine son derece bağlı biri, birisi: Motoko'yla çalışmaktan memnun: Robotların öngörülebilirliğiyle, yapay zekasının duruma göre yeni olanaklar açmasının "ideal.." bir bileşimi.. Hayaletinden şüphe duymuyor..

İnsanların bile hacklenebildiği bir yapıda (ki, ikinci filmde Togusa'nın yaşadığı deneyim bu yönden muhteşem..), eşini hacklemek için uğraşan kişinin de aslında tüm hafızasının yapay olduğunu öğrendiği an gibi, filmde insan ve cyborg sorgulanıyor: Aradaki sınırın oldukça muğlaklaştığı (ve önemsizleştiği..) dönemde, Motoko'nun bu tür sancılarla boğuşması, onun "uyanış.."ının göstergeleri: Motoko'yu takip eden ve ona ulaşmak için çabalayan Master, bunda da rol oynuyor: İki "bilinç.."in birleşmesi, Motoko ve Puppet Master için çok önemli olsa da ölmeleri "gerekiyor.." Ortaya çıkan "şey..", ne Motoko, ne de Puppet Master: İkisinden de bir şeyler taşıyor..

Filmin atıf yaptığı evrim teorisini destekler biçimde gerçekleşen bu "ölüm.." ve "doğum.." anları, bilinç üzerinden işleniyor: İnsan olmanın yegane özelliği olarak deneyim ve bilgilerle "edinilen.." bilinci (ve kodlandığı dnayı..) kabul eden film, bunun karşısına hayaletleri ve bilinç yoluyla beden sınırlarının aşılmasını, Motoko ve Puppet Master özelindense, programların kendi bilincine ulaşıp ulaşamadığını sorgulamasıyla seyirciyle oldukça çetin bir mücadeleye girişiyor..

İkinci filmde Motoko'nun sarf ettiği bir cümle var: "Eğer bebeklerin sesi olsaydı, "insan olmak istemedim.." diye çığlık atarlardı.."
Öncesinde verdiği kuş (insan..) ve balık (bebek..) örnekleri de bu ayrımı destekliyor: Dahası bu cümle, Motoko'nun (ilk filmdeki..) uyanışının da sembolü oluyor..

İlk filmde devlet ve onun politikası konusunda gayet sağlam laflar eden (terör/ist tanımı özellikle..) film, ikinci filmde (bağlantılı olarak..) beden politikasına eğiliyor: İdeal estetik kalıplarda üretilen robotların, küçük kızların kaçırılmasıyla üretilmesi, seks "hizmeti.." sunmaları, cinayet işleyip, Asimov'un 3. İlkesiyle çeliştikleri için intihar etmeleriyle, Motoko'nun yaşamı paralellik gösteriyor: Bedeninin iki filmde de deforme olması bu yüzden..

Terör tanımıysa iki filmde de karşımıza çıkıyor: İlk filmde Puppet Master'ın yaptıkları, ikinci filmdeyse Locus Solus Şirketi'yle Yakuza çetesinin eylemleri devlet tarafından terör olarak tanımlanıyor: Devletin varlığını tehlikeye atmamak için, kendi eylemlerini belirlediği hedef üzerinden terör olarak tanımlaması yeni bir şey değil, ancak Ghost In The Shell, bu manipülasyonu da sebep ve sonuçlarıyla oldukça iyi işliyor: Sonuç kısmında biraz fazla naif ve umutlu, o kadar..

Matrix olayı: İlk filmin daha jeneriğinden, Pazar sahnesine, Motoko'nun saldırıya uğradığı bina sahnesinden, ağır çekim silahlı çatışma sahnesine gibi görsel benzerlikler bir yana, tema olarak da oldukça benzeşen yapılarıyla, Matrix, evet Ghost In The Shell'den fazlasıyla "etkilenmiş.." bir yapım.. Ancak ikisi arasında farklılıklar da var: Öncelikle Ghost In The Shell, gerçek dünyada geçer ve toplumsal hafıza büyük oranda gerçekken, Matrix'te toplumsal hafıza denilen şey tamamen yapay bir gerçeklik üzerinde yükseliyor; olaylar da haliyle sanal gerçeklikte yaşanıyor.. Motoko karakteri, Neo ya da Trinity'den çok, Ajan Smith karakterine denk düşüyor: Zira, ağı ele geçiren hackerlara karşı tıpkı onun gibi mücadele ediyor: Ve Ajan Smith, virüs örneğinde söylediği gibi, "yeni.." bir forma geçmenin hayali kuruyor: Motoko bunu eyleme geçirebiliyor.. İki filmin sisteme karşı tavırlarında da farklılıklar var: Ghost In The Shell'de devletin bekası devam ederken, Matrix, tüm sistemin yıkılması gerektiğini söylüyor: Bu tavır farklılığı iki filmi çok ayrı noktalara götürüyor..
Entelektüel derinlik açıdan Ghost In The Shell, Matrix'in eline verir, o ayrı tabii, eheh..

Hastası olduğum bir yapım Ghost In The Shell..
Read more

Mad Monster Party??


Jules Bass'in '67 yapımı kült animasyonu Mad Monster Party??, fecii camp yapısıyla zaman zaman oldukça itici bir hal almasına rağmen, yine de sevilmeye devam edilen, birçok yapıma esin kaynağı olmuş, garip bir film..

Hikayesi kısaca şöyle: Baron von Frankenstein, "oğlu..", gelini ve asistanı Francesca'yla şatosunda mutlu bir hayat sürmekte: Başka bir yeğeni var, insan: Eczacı Felix.. Frankenstein her şeyi yok eden bir ürün geliştiriyor.. Ve Dünya Canavarlar Organizasyonu'nun başkanlığını zirvedeyken bırakmak istiyor.. Bir davet ayarlıyor, kimler yok ki: Dracula, Gill-Man, Kurt Adam, Görünmez Adam, Jekyll-Hyde, Notre Dame Kamburu, Mumya..

Bu karakterlerin bir kısmı, Nosferatu'yu andırır bir şekilde gemiyle Frankenstein'ın adasına gidiyorlar: Aynı gemiye Felix de biniyor (ancak diğer konuklardan daha geç varıyor..) Frankenstein, konuklarına halefini açıklıyor, ancak bu tepkilere sebep oluyor: Francesca'yla Dracula hemen bir anlaşma yapıyorlar, ancak Felix devreye girince bozuluyor araları.. Filme assolist olarak katılan King Kong sonrasında, Frankenstein iksirini kullanıyor ve film Francesca'yla Felix'in mutlu sonuyla bitiyor-
son sahnesi bu açıdan çok güzel filmin: Francesca insan olmadığını, Frankenstein'ın yarattığı bir makine olduğunu söylüyor, ancak Felix, "hiçbirimiz mükemmel değiliz.." diyerek bunun önemli bir şey olmadığını belirtiyor..

Filmin espri/parodi anlayışı zaman zaman hakkaten feciileşiyor: Kurt Adam'a "manikür yaptırmalısın.." diyen (ve her cümlesini zorlama kahkasıyla bitiren..) Gelin'den tutun (ki, Kızıl Haçlı korkunç bir esprisi daha var..), dişlerine törpüyle bakıp yapıp, sağlamlığını kontrol eden Dracula'ya (bi ara sivri dişlerinden bile oluyor..), kendini korumak için eline meşale, sol elineyse bir bitki alıp Özgürlük Heykeli formuna bürünen Francesca'dan, sargıları takılan Mumya'ya, ikide bir kafası kopan (ve berbat tiratlar atan..) Yetch'e kadar sabrınızın test edildiği anlar oldukça fazla-
slapstick anlara hiç girmiyorum..

Ama işte, diğer yandan, filmin oldukça sempatik bir yönü de var: Karakterleri ve hepsinden önemlisi, "ucube.."ler geçidindekilere kucak açan yapısı: Bu açıdan Tim Burton'a oldukça ilham vermiş olan film, espri anlayışıyla da The Simpsons'a kadar uzanan yolun öncüllerinden.. Rocky Horror Picture Show'un da Mad Monster Party??'den tema olarak oldukça faydalandığını da belirtmek gerekiyor..

Filmin öncelikli olarak çocuklara yönelik hazırlanmış olması en büyük handikabına dönüşüyor.. Biraz daha cesur olabilseydi, alacağımız keyif birkaç kat artabilir, bir yandan severken, bir yandan burun kıvırmazdık-
gelin gibi, eheh..
Umutlarımı remakeine saklıyorum..
Read more

D Olayı: Kyûketsuki Hantâ D ve Bloodlust


D, gerçekten ilginç bir olay: 20 romanı, mangası, anime serisi, -şimdilik, 2 filmi, oyunu vs..siyle kendi endüstrisini oluşturmuş, devasa bir proje.. Hakkaten ohaa dedirtiyor..

Filmlerden ilki, Kyuketsuki Hanta D '85 yapımı: Yönetmeni Toyoo Ashida..
Hikayesi şu şekilde: Doris, tıpkı babası gibi bir avcı: Ancak o da babası gibi, daha çok kurt-adamlar konusunda tecrübeli.. Bir akşam bir canavarı (şekil olarak dinozoru andırmasına rağmen, özel bir adı vardır muhakkak..) avladığını düşünen Doris, yanılıyor: Atına saldıran canavar, hayvanı öldürüyor.. Doris, o canavarı öldürdüğündeyse karşısına Kont Magnus çıkıyor ve Doris'i ısırıyor..

Vampire dönüşmek istemeyen Doris, kendisine bir vampir avcısı tutmak için yolda beklerken D'yle karşılaşıyor: D'yi sınayan Doris, onunla Magnus'u öldürmesi karşılığında anlaşma yapıyor.. 10.000 yaşında olan Magnus'sa sıkıntıdan patlayan bir vampir.. Önceki evliliğini de bir insanla yapmış ve sınıf-takıntılı kızı Ramika dünyaya gelmiş..

Olayın duyulmasıyla Doris'in yaşadığı yerde de bir panik havası oluşmaya başlıyor: Kızı karantinaya alma bahanesiyle ölüme terk etmeyi teklif eden mi dersin, markette ürün satmayanı mı: Hepsi var.. D'yse bu sırada Magnus'un şatosuna ulaşmaya çalışıyor: Magnus'un vampirleriyle çatışırken, bir yandan da Doris'le yakınlaşıyor.. Finalde Doris kurtuluyor, ancak aşk filizlenemiyor aralarında..

Çünkü D, bir damphir.. Babası Dracula'nın (karizmaya gel..), bir insanla "çiftleşmesi.."nin meyvesi olduğu için, vampir yanının güçlerinden faydalansa da, insan gibi davranmaya çalışıyor genellikle.. Doris'le yakınlaştıkları sahnede kızın boynuna yapışmak için delice bir istek duysa da, buna engel olabiliyor.. Doris, D'yi o kadar seviyor ki, vampir olmaya bile hazır: Ve fakat, D, buna da karşı çıkıyor..

Diğer filmse, teknik açıdan selefinin çok çok ötesinde olan '00 yapımı Bloodlust: Yönetmeni Yoshiaki Kawajiri..

D, yine bildiğimiz D olsa da, hikayenin çapı bu defa daha genişliyor.. Bir gece Charlotte'u Meier adlı vampir kaçırıyor.. Abisi ve babası hızlı davranıp, hemen bir vampir avcı ekibi tutuyor ve fakat bununla yetinmeyen aile, D'yi de görüşme için çağırıp, onunla da anlaşıyorlar.. Film ilerledikçe Charlotte'un kaçırılmadığını, Meier'a aşık olduğunu, Leila'nın (da..) D'den etkilenmeye başladığını öğreniyoruz.. İki avcı ekibin hem Meier'la, hem de birbirleriyle sürdükleri kovalamaca önce Barbarois'ya, sonrasındaysa Carmilla'nın şatosuna uğruyor.. Film, mutlu bir finalle biterken, dostluk kazanıyor..

İki filmde de göze ilk, D'nin abartılı imajı ortak nokta olarak göze çarpıyor: D'yi ilk gördüğünüz andan itibaren işlemeye başlayan bu süreç, bir zaman sonra baymaya başlıyor.. Vampire Hunter serisinin yaratıcı Hideyuki Kikuchi belki karakterine alter egosunu alabildiğince boca etmiş olabilir, ancak, sırf onun karizmasını olumlatmak için hikayeye eklemlendiği belli olan bölümlerin (özellikle ikinci filmdeki at alma sahnesi..) zorlama yapısı, karakteri karizmatik göstermek yerine iticileştiriyor..

Filmlerin üstteki maddeyle birlikte değerlendirilebilecek başka bir handikabı da, diyalogların berbat ötesi hali: Doğrudan D'yle alakası olmayan olaylarda dahi bir şekilde D'den bahsedilmesi de filmleri işitsel açıdan zor bir tecrübeye dönüştürüyor-
neysse,, ki süper müzikleri var :))

İlk film Kyuketsuki Hanta D'nin Ramika özelinden sınıf mevzularına girip birkaç kelam etme çabasını yorumlamak, filmin yapısı düşünüldüğünde öküz altında buzağı aramakla eşdeğer olsa da, Ramika'nın da damphir olması sebebiyle sonuca ulaşabilir gibime geliyor: Zira, gerçek kabak gibi ortada olmasına rağmen, bunun inkar edilmesinin koruduğu bir kendilik algısını Ramika'yla paylaşan kişiler var: Aklıma ilk, Norma Desmond geliyor tabii ki, Magda Goebbels örneğini de (Hitler'e olan korkunç hayranlığını dışarıda bırakarak..) verebiliriz..

İkinci filmdeyse, öne çıkan tema aşk olduğu için, aşk her şeyi (özellikle de parayı..) yener teması öne çıkıyor: Meier'ın Charlotte'u korumak için güneş varken arabadan indiği sahnede bu zirve yapıyor..

Bloodlust'taki yönetmen tercihlerini de sorgulamak gerekiyor diğer yandan: Evet, teknik açıdan kusursuz, ancak sahneler insanın üzerine öyle bir geliyor ki, tüm bu grotesk tavır yormaya başlıyor-
tıpkı The Cell'de olduğu gibi: O filmde elinin/görüntü yönetiminin ayarını bir türlü tutturamayan Tarsem, sonuçta son derece kitsch bir yapı ortaya çıkarmıştı-
sonraki filminde toparladı tabii..
Yanisi: Etkileyici sinemasal anlar yaratmak bir meziyet, ancak içeriği taşıyamacak kadar zorlama olduğunda sonuç beklenildiği gibi olmuyor..

İlk filminse böyle bir problemi yok: Karanlık temasını şov yapmadan usul usul anlatıyor..

D'nin arada kalmışlığı filme aslında oldukça verimli bir alan açabilecek potansiyele sahip olsa da, sol elinin söyledikleri, ikinci filmde Carmilla birkaç repliği, kararını vermiş ve kendince bir çözüm bulmuş olması sebebiyle sonuçsuz kalıyor.. Oysa kimlik üzerine görkemli bir film çıkabilirdi-
kaçırılan fırsat diyelim..

'85 versiyonunun çok daha iyi olduğu bir proje Vampire Hunter D.. Yeni filmlerinde daha iyi olmasını bekliyorum..

*: Bu arada anlaşılmaz bir biçimde, filmlerin Japonca ve İngilizce kurguları birbirinden (başka yönetmenlere teslim edilecek kadar..) farklı..
Read more

I Married A Strange Person!!


'97 yapımı fallik-takıntılı Bill Plympton filmi I Married A Strange Person!! çok ama çok eğlenceli, süper bir seyirlik..

Grant, evliliğinden önce evinde otururken, gökyüzünde çiftleşen iki kuşun çanak antenine çarpmasından sonra akıma/gerilime (aradaki farkı bilmek ama, hangisinin "çarptığı.." konusunda tereddütte kalmak yerine, elektrik deseydim diye düşünmek..) maruz kalıyor ve bu onun ensesinde bir nodül oluşmasına sebep oluyor.. Artısı da var tabii, Grant'ın aklından geçenlerin gerçekleşmesine olanak sağlıyor.. 2 hafta sonra evlendiklerinde eşi, giderek uzaklaşmaya başlıyor Grant'tan: Zira, adamın giderek tuhaflaşan davranışlarına katlanamıyor.. Gerçi haklı da: Zira, penisini devasa hale getiren, karısını sevişirken türlü çeşit fantezilerin başrolü yapan (hayvanlı bile var..), göğüslerini metrelerce büyüten bi adamla da nereye kadar??

Artık buna dayanamayan ve Grant hakkında çeşitli şüpheleri (bir süper kahraman, uzaylı, humanoid, deccal olup olmadığı..) olan Keri, anne babasının yanına gitmeye karar veriyor: Da, ailesi de ayrı bi vaka.. Bu sıralarda tvye çıkan Grant'ın nodülü sayesinde süper güçlere sahip olduğu anlaşılınca, peşine Smile Şirketi'nin patronu ve askeri birlik takılıyor.. İlkin nodülü sayesinde durumu idare edebilen Grant, ensesine iğne yapılınca kendinden geçiyor.. Zor durumda kalan Grant'a yardımı "muhteşem seksi.. " için geri döndüğünü söyleyen Keri yapıyor-
ki, filmin en gerçekçi tespiti..
Uzun bir süre elden ele/enseden enseye dolaşan nodül, en sonunda bir atasözünü gerçek kılıyor..

Açılış sahnesinden itibaren erkek bilinçaltını didikleyen filmde, her erkek karaktere ait fallik fantezi ya da eylemleri görmek mümkün: Film bilinçaltının sadece cinsel güdüleriyle ilgilenmiyor: Zaman zaman alabildiğine gore bi stil tutturarak sacın saldırganlık ayağını tamamlıyor-
ki, Grant'ın Jackie Jason şovunda kimseyi güldüremeyen stand-upçı için bulduğu "çözüm.." bu açıdan son derece işlevsel.. Ancak, çatışma sahnelerinde de benzerlerini görmek mümkün..
Favorilerimse, iki ayakkabının ve elektrik prizlerinin seks yaptığı sahneyle, Grant'ın sevgilisinin memeleriyle figürler yaptığı sahne..

Bunun dışında filmde üç ayrı bağımsız hikaye de var: Göbek deliğindeki pamukların nasıl biriktiği ve insanların nasıl ağladığına dair bölümle, eski bir Plympton kısa filmi olan How To Make Love A Woman adlı kısa filminin olduğu bölüm: Ki, üçü de olağanüstü güzellikte..

Kötülüğe karşı, iyi seksin kazandığı benzersiz, süper bir film..

*: Çalansa, filmdeki en sevdiğim şarkı olan Would You Love Me If..??
Read more

Hotaru No Haka


Isao Takahata'nın '88 yapımı dramı Hotaru No Haka, insanın içine oturan yapısıyla oldukça etkileyici..

İkinci Dünya Savaşı sıralarında, babası asker olan iki kardeşin, annelerini hava saldırısı sırasında kaybetmelerinin akabinde giriştikleri hayatta kalma mücadelesini anlatan filmin, zaman zaman oldukça zorlayıcı sahneleri var: Beni ağlamanın eşiğine kadar getirip bırakan sahneyse, Setsuko annesinin yaralandığını öğrendiğinde, Seiko'nun onu neşelendirmek için antrenman barında taklalar atması, ancak küçük kızın ona bakmayıp, ağlamaya devam ettiği bölüm olmuştu: Annelerinin kardeşinin yanına giden iki kardeş, başlangıçta hoş karşılansalar da, zamanla nefret objelerine dönüşüyorlar.. Bu zor (ve aşağılayıcı..) durumla baş etmeye çalışan kardeşler, sonunda nehir kenarındaki bi yere gidip, orada yaşamaya başlıyorlar.. Seiko, kardeşi için canını tehlikeye atıp, hava saldırıları sırasında sığınaklara giden ahalinin evlerini soysa da, bu yeterli olmuyor..

Aslında filmin yapısı, duygu sömürüsüne son derece açık: Özellikle çocuk karakterlerin kullanılması bu yapının daha da salya sümük bir ton kazanmasına hizmet edebilirdi.. Ancak, filmin derdi iki çocuk üzerinden milleti ağlatıp, Amerika'ya lanet kusmak değil.. Filmde Amerika'nın lafı bile geçmiyor, "düşman.." olarak kimseyi görmüyoruz, Independence Day'deki gibi "hadi gidip uzaylı tekmeleyelim..", ya da Sezercik'in Kıbrıs'ta geçen şu an adını hatırlayamadığım filmdeki gibi berbat cümleler duymuyoruz, beri yandan "ülkesi için.." savaşan Japon asker de görmüyoruz..

Filmin iki çocuk için başlayan ağıdı, aslında tüm siviller için.. Ateş böceği metaforu burada devreye giriyor-
bu noktada, Hotaru No Haka'yla bu yönden oldukça benzeşen başka bir filmi de anmak gerekiyor: Lakposhtha Parvaz Mikonand.. O filmde Bahman Ghobadi, Hotaru No Haka'dan da zor bir hikayeyi, Irak Savaşı devam ederken mayın, bomba vs.. gibi şeylerle yaralanıp, sakat kalan çocukların hayatını -üstelik gerçek oyuncularla, duygu sömürüsüne bulanmadan anlatabiliyordu..

Duygusal açıdan çok ağır, ama çok güzel bir film.. Metal kutudaki şekerlemeler gibi: Böylesine ii çok az film varken, Setsuko'nun yaptığı gibi elimizdekilerin değerini bilmek gerekiyor..
Read more

Perfect Blue


'98 yapımı Satoshi Kon'un ilk filmi Perfect Blue, olağanüstü bir güzellik.. Öyle böyle değil..

Oldukça karmaşık görünen bir yapıda ilerlemesine rağmen, finale doğru o fecii dağınıklığı güzelce toparlıyor.. Ancak film boyu kafanızdan çeşitli sorular eksik olmuyor.. Ancak film de, az hinlik yapmıyor: Sizi sürekli ters köşeye yatırıyor..

Mima, 3 üyesi de kadın olan görece başarılı bi grubun üyesi: Ancak, kırmadan söylersek, fazla naif.. Hatta öyle ki, kariyeriyle ilgili hiçbir kararı kendisi veremiyor-
ki, bu literatüre "Kylie Minogue Sendromu.." olarak geçmeli bence..
Albüm satışlarından gelir elde edemeyen menajerleri onun sinemaya adım atmasını istiyorlar ve Mima, polisiye bir dizide tek replikle oyunculuğa başlıyor.. Dizinin senaryosu yazıldıkça Mima'nın rolü artıyor..

Ancak, diğer yandan bir tehdit unsuru ortaya çıkıyor: Biri, birisi hastalık derecesinde Mima'yı takip ediyor: Önce ona bir hayran notuyla internetteki Mima günlüğünden haber veriyor, sonrasında telefon açıyor, Mima'ya içine patlayıcı yerleştirilmiş mektup gönderiyor, balıklarını öldürüyor, sonrasında şirazeden çıkıyor..

Filme olayları gözlemci konumuyla anlatıyor gibi başlayan kamera, Mima'nın tecavüz sahnesinden sonra hızlı bir şekilde başka bir algıya geçiyor"muş gibi.." yapıyor.. Aslında filmin çok ama büyük bir bölümünde Rumi'nin algısına teslim edilmiş durumda olan seyirci, gün be gün Rumi'nin gerçekleri nasıl çarpıtarak algıladığını (Mima'nın sürekli "kurban.." konumu..) ve kişilik bozukluğunun safhalarını, kısaca Rumi'nin kafasının içindekileri izliyor.. Rumi, Mima'nın şarkıcı olarak kalmasını istiyor: Kariyerini elinin tersiyle itip, oyunculuk yapması onu yaralıyor: Mima'nın bunu istemediğinden öylesine emin ki, gerçeği çarpıtmaya, yeni-Mima'yı değersizleştirirken, eski-Mima'yi alabildiğine idealleştirmeye başlıyor.. Tecavüz sahnesine kadar görece zararsız eylemleri, bu noktadan sonra öldürmeye dönüşüyor..

Mima'yı "kirleten.."leri hedef tahtasına oturtan Rumi, önce Mima'yı tecavüze uğratan dizi senaristini, sonrasında Mima'nın çıplak fotoğraflarını çeken fotoğrafçıyı, ve finale doğru da yönetmen ve Mima'nın takipçisini öldürüyor-
ki, film boyu ters köşeye yatma sebebimiz de bu kişi: Mima'yı sürekli takip eden bir hayran kendisi, Mima, film boyu paranoyasını ona yansıtıyor, ve fakat finalde öldürülme sebebi, Rumi'nin onu Mima'ya tecavüz ettiğini kurgulaması..

Rumi'yse tüm bu kaostan kendisini dissosiyatiflerin (daha da genellersek sınır durumların..) temel savunmalarındanbölme/splitting sayesinde ayrı tutabiliyor: Çelişkili düşüncelerin aynı anda bilinç düzeyinde bulunmaması şeklinde özetlenebilecek bu mekanizma, Rumi'nin katil kimliğinin eylemlerini meşrulaştırmaya olanak sağlarken, diğer taraftan öteki kimliğe geçildiğinde katil kimliğinin yadsınmasını sağladığı gibi, Mima için yas tutabiliyor.. Yaşananların dozajı arttıkça, yas tutmanın şiddetinin artmasıyla birlikte Rumi, eski-Mima'nın yerine geçiyor-
internet üzerinden yazdığı Mima günlüğü başlangıçta objektifken sonrasında çarpıtılmış algısını yansıtması bakımından oldukça işlevsel..

Ve eski-Mima'yla, yeni-Mima'nın karşı karşıya geldiği an: Bu sahnelerde film, animenin o her şeyi yapmaya elverişli doğasını müthiş bir biçimde kullanarak, seyirciyle çatışıyor resmen.. Her şey bittiğinde Mima'yı yeniden görüyoruz..

Olağanüstü bişii..
Read more

Surf's Up


'07 yapımı Ash Brannon ve Chris Buck'ın birlikte yönettikleri Surf's Up, izlediğim en iyi stüdyo animasyonu desem çok da abartmış olmam sanırım..

Amerika tuhaf bir ülke: Walt Disney'in öncülüğünde animasyonu çocuk filmi olarak kodlayıp, stüdyo ölçeğinde 60 küsur yıl boyunca bu anlayışın dışına çıkılmaması oldukça düşündürücü olduğu kadar stüdyoların anlayışlarını yansıtması bakımından oldukça ironik.. Bu (çok..) uzun dönemde "yetişkinlere hitap eden.." animasyonların Avrupa (ki, seçkinin kapanışını ustasıyla yapacağım..) ve Japonya'dan çıkması ve bunların Amerika'da oldukça ilgi görmesi, stüdyoların bahsettiğim "halk bunu istiyor.." anlayışlarında etkin bir kırılmaya sebep olduğu kadar, silkelenip kendisine gelmesine de sebep oldu: Oluşmaya başlayan dalgayı yakalamakta hiç vakit kaybetmeden animasyonların çapını genişletip, yetişkinleri de kapsamasını sağladılar-
örnek vermeme gerek yok sanırım..

İşte Surf's Up da bu dalgayı yakalayan, ancak özellikle Pixar çevresinde kümelenen bu yeni-anlayışı oldukça "uç.." noktalara kadar taşımış/-abilmiş bir iş: Öyküsünü mockumentary kılığına bürüyerek anlatmayı tercih eden Surf's Up, bu özelliğiyle Hollywood özelinde hala benzersiz konumunu koru/maya devam edi../yor..

Hikayesi şu şekilde: Z, ünlü bir sörfçü: Ancak, son yarışında Tank'in tekniğiyle başa çıkamayınca kariyeriyle birlikte intihar ediyor"muş gibi.." yapıp, köşesine çekiliyor ve aradan geçen 9 yılda Tank, tüm yarışmaların birincisi oluyor.. Cody'yse, adeta bir "Happy Feet..", yaşadığı penguen grubunda ondan başka sörf yapan yok-
yapımcılar da belgeseli bu yüzden çekmek istiyor: Yetenek avcısının asistanı Mickey Cody'ye şans tanıyor ve fakat, dalga gelmeyince sıkılıp gitmeye karar veriyor: Zar zor kabul edilen Cody, Joe'yla tanışıyor.. Yarışmanın olduğu adaya vardıklarında Cody, Tank'le bir yarış yapıyor ancak kazanamadığı gibi, ayağına deniz kestanesi batıyor-
ki, deniz kestanesiyle röportaj yapılması hem sahne, hem de fikir olarak yarıyor..
Sonrasında Z'nin hala yaşadığını fark eden Cody, ondan eğitim alıyor, aklı fikri birinci olmakta olduğu için başta bocalasa da, sonrasında eğlenmeyi "öğrenmesi.." ve sörfün "ruhunu.." anlamasıyla başarılı bir söfçü oluyor.. Ancak yarışmada kazanamayıp, ikinci oluyor: Çünkü Joe kazanıyor, eheh..

Sondan başlayalım: Joe, filme de sesini veren Jeff Bridges'in The Big Lebowski'de müthiş canlandırdığı Dude karakterinin aynısı: Öncülüne saygıda kusur etmeyen ve Dude ruhunu yaşatmaya devam eden Joe'nun, Big Lebowski'de karmaşık olaylar silsilesinin içine çekilip, oradan oraya sürüklenirken olanca rahatlığıyla hiçbir şey yapma/sına gerek kalma../dan sonuca ulaşabilmesi, Joe'yu da birinciliğe taşıyor.. Ki, Joe'nun bu yan hikayesi, Cody'nin bi yerden sonra duysusal bir ton kazanan hikayesine de antidot oluyor..

Filmin bu kendine-göndermeli yapısı sadece bununla kalmıyor: Belgesel ekibindekileri filmin yönetmenleri seslendiriyor, Z ve Tank'in filmin dvd ekstralarında röportajları olan Kelly Slater ve Rob Machado'nun "biraz.." değiştirilmiş halleri olduğunu öğreniyoruz-
tank'in 9 kez birinci olmasının sebebi de kelly'nin kariyerindeki 9 birinciliğinden geliyormuş misal: Ancak, ödüllerine karşı fetişi yokmuş kendisinin-
biz de yedik..

neysse,, filmin bi de türdaşlarına dokundurmaları var: Açılış sahnesinde Cody'yle yapılan röportajda, belgesel ekibindekiler Cody'ye sörften başka ne yetenekleri olduğunu soruyorlar, soruyu pek anlamayan Cody "şarkı söylemek ve dans etmek mi??" dediğinde Happy Feet'in Mumble'ını anmamak mümkün olmuyor..
Filmin diline doladığı başka bir güzellikse "tadı tavuk gibi.." klişesi: The Lion King'de Simba'nın böcek yemesinden önce söylenen bu cümle, burada kalamar üzerinden şekillendiği yetmiyormuş gibi, Joe'nun tavuk olması dolayısıyla da, The Lion King'in aslanları zararsızlaştırmak için bulduğu çözümün parodisine dönüşüyor..

Ardı ardına sıralanan yaratıcı esprileri, belgesel çekim sürecinin "doğası gereği.." yaşanan aksakları, keyifli şarkıları ve kusursuz görselliği de heybesine katınca Surf's Up mükemmel bir endorfin kaynağına dönüşüyor.. Öyle böyle değil.. Hastasıyım, tapıyorum..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.