La Terza Madre


Argento'nun Üç Ana Üçlemesi'nin son filmini çekmek için neden "bu.." kadar beklediği bilinmez ve fakat, ortaya çıkan "bu.." sonuçtan memnun mudur, emin diilim açıkçası: Gerçi Asia'yı oynattığı için bile mutludur sanırım..

Hikayesini şeyediym, sonra genel olarak üçlemeyi bitirelim: İtalya'da geçen hikaye, Oscar de la Valle'nin tabutunun bulunmasıyla başlıyor, tabutun üzerindeyse ufak bi sandık var.. Bu sandık müzeye gönderildiğinde Sarah ve Giselle bunu açıyorlar.. İçinden bi hançer, üç küçük pagan heykeli ve kırmızı bi tuniğe benzer kırmızı bi kıyafet çıkıyor.. Sarah sözlük bulmak için odadan çıktığında Giselle korkunç bi şekilde öldürülüyor.. Zira Gözyaşlarının Annesi o kırmızı tuniğin peşinde.. Oradan garip bişii yardımıyla kaçan Sarah, film boyunca oradan oraya koşturup duruyor.. Ki, Argento Üç Ana efsanesini genişletmek için Elisa Mandy karakterini yaratıyor: Sarah'nın annesi olan bu ablamız bi beyaz-cadı: Ve Suspiria'daki Mater Suspiriorum'la savaşmış ve onu güçsüz bırakmış ve bu yüzden Suzy onu öldürebilmiş.. Bu her ne kadar Sarah'nın neden "seçilmiş.." olduğunu anlatmak için ii bi trük gibi görünse de, aslında oldukça da gereksiz bişii: Dahası Mater Suspiriorum'u "güçlü.." göstermek için de uygulanmış olabilir: Tıpkı Argento'nun Mater Lachrymarum'u fecii güçlü göstermek için kasması gibi: Öyle ki Gözyaşlarının Annesi tuniği giydikten sonra şehir anarşiye teslim oluyor: Anneler bebeklerini atıyorlar, kadınlara tecavüz ediliyor, millet birbirini boğazlıyor/öldürüyor vs..

Film saçmalayıp dururken (cidden..) tüm bunlara inanmamızı da bekliyor ve fakat üçlemedeki diğer finaller gibi oldukça basit bi şekilde Mater Lachrymarum'un alt edildiğini görünce film iice katlanılmaz bi hale geliyor-
dahası, Argento bu noktada fecii bi klişeye (de..) bulanıyor: Bilirsiniz, "sihirli güçlere.." sahip olan peri/büyücü/cadı gibi kişilerin bu büyülerini yapmak için kullandıkları değnek/asa/artık adına ne diyorsak, bişii vardır: Ve bu asa olayı çok ilginçtir: Cadının/perinin/büyücünün gücünün simgesi olan bu (fallik..) obje, bazen bizzat kullananını güçsüz duruma getiriyor: Misal Lord Of The Rings serisinde Saruman'ın büyücülükten alınması asasının kırılmasıyla oluyor, aynı şekilde Gandalf da Witch-king'le karşılaştığında asası kırılıyor, Harry Potter gibi serilerde de sihirli değnek olayı vardır: Ya da tüm büyü olaylarında diyelim.. İşte bu filmde de aslında tüm olayın Ana'da diil de tunikte bittiğini görmemizle, Argento'nun, belki seyirciyi daha da fazla korkutmak için üçlemesindeki "öz.."ü unuttuğunu düşünmeye başlıyoruz: "Abi senin olayın cadının kendisindeydi, tunik nerden çıktı??" diye..

neysse,, Üç Ana Üçlemesi hakkaten izlemesi "güzel.." bi filmle ortaya çıkmasına rağmen, çıtasını her filmle daha (da..) düşürmesi dolayısıyla o kadar da keyif vermiyor: Zaman zaman coşan Argento stili dışında La Terza Madre, başta oyunculuk olmak üzere fecii çuvallıyor.. Şu sıralar yeniden çevrimi yapılacağı söylenen Suspiria'yla bu üçleme yeniden canlanacak mı, bekleyip görelim..
Read more

Inferno


Argento'nun Üç Ana Üçlemesi'nin ikincisi '80 yapımı Inferno, muhtemelen büyük beklentilerle gösterime girmiş olmasına rağmen, hakkında pek de bahsedilmeyen dahi neredeyse görmezden gelinen bi film olmuş.. Aslında bunun da haklı gerekçeleri var.. Suspiria her ne kadar mantık hataları yapsa, korkutmak için iice abartsa da, en azından görsel ve işitsel açıdan kendini izletmeyi başarırken, Inferno nerdeyse Suspiria'yla benzer bi sanat ve görüntü yönetmenliğine sahip olsa da, selefine oranla oldukça vasat kalıyor..

Hikayesini anlattıktan sonra bu meseleyi biraz daha açarım: İlk önce Rose'u tanıyoruz: New York'ta eski bi apartmanda yaşayan Rose, Kazanian'dan aldığı "The Three Mothers.." adlı kitabı okuyor.. Varelli adındaki bi simyacının yazdığı bu kitap, Varelli'nin onların evini inşa ettiği ve bu üç kadının da kardeş olduğu bilgilerini veriyor-
cadılığın anneden kıza geçtiğini düşündüğümüzde bu Üç Ana'nın anneleri nasıl bi güce (ve karizmaya..) sahipti, insan hakkaten merak etmeden duramıyor..

Olayın bi de Roma ayağı var: Rose'un kardeşi Mark İtalya'da müzik üzerine eğitim alıyor: Rose ona yazdığı mektupta kendi evinin cadılardan biri, birisinin evi olabileceğini ve bu konuyla ilgili araştırma yapmasını istemesine rağmen, derste "büyülenen.." Mark, mektubu unutup gidiyor: Mektubu alan Sara, aynı gece kütüphanede konuyla ilgili araştırma yaptığı için öldürüyor: New York'ta da Rose..

New York'a giden Mark, kardeşini bulamıyor ve endişelenmeye başlıyor: Bu sırada Elise'le tanışan Mark, olayları araştırırken rahatsızlanıyor ve aynı gece Elise (de..) ölüyor: Sonrasında da Kazanian, Elise'in uşağı ve apartmanın görevlisi de ölünce Mark, bişiiler yapması gerektiğini anlıyor ve Gölgelerin/Karanlıkların Anası ateşler içinde kalıyor.. Film bitiyor..

Öncekine göre daha "slasher.." bi ton kazanmış olmasına rağmen, Inferno en hafif tabiriyle "özensiz.." bi film: Başta da söylediğim gibi görüntü yönetmenliği genel olarak ii olsa da (özellikle de filmin açılış bölümündeki su altında geçen sahneler..), atmosfer konusunda filmin sorunları var.. İnandırıcılık mevzuuna hiç girmiyorum, zira çıkamayız için işinden..

Ayrıca filmdeki The Three Mothers kitabı, Üç Ana fikri, dahası üçlemenin ilk filmi Suspiria'nın Thomas de Quincey'nin Suspiria de Profundis kitabından "uyarlanma.." meselesi var.. İlk filmde de, bu filmde de de Quincey'nin jenerikte belirtilmemesi/adına herhangi bi atıf yapılmaması da oldukça "garip.." duruyor haliyle.. neysse,, üçlemenin ikinci filmi Inferno, beklenti düzeyini aşağı çekmesine rağmen, (özellikle de aradan geçen yıllar düşünüldüğünde..) La Terza Madre'nin "bu kadar.." kötü çıkabilmesi karşısında öpülüp başa koyulması (da..) beklendik ve bilindik bi durum-
da, iki filmdeki cadının da "aynı.." güçlere sahip olması sebebiyle bunlara farklı adlar vermek ne derece doğru, bu da tartışılması gereken bi nokta bence :))

Filmin sonlara doğru çalan Mater Tenebrarum, cidden süfer bi şarkı..

*: Bu yazıyı Kreator - Forever eşliğinde yazdım..
Read more

Argento'nun Üç Ana Üçlemesi: #1 Suspiria


Dario Argento'nun 30 yılda tamamladığı "Üç Ana.." üçlemesinin ilk filmi '77 yapımı Suspiria, üçlemenin en başarılı ve popüler filmi olduğu kadar, korku filmleri arasında da kendine has bi yer edinmiş kült bi klasik..

Hikayesi şu şekilde gelişiyor: Helena Markos, Üç Ana'nın ilki: Kara Kraliçe olarak da biliniyor.. Yunan göçmeni olan ve yaşamı boyunca birçok ülkeden sınırdışı edilmesinin ardından son olarak Almanya'da dans ve Okült öğretiyi birleştiren bi okul açan Kraliçe, 1905'te çıkan bi yangında öldüğü ve okulun onun en sevdiği öğrencilerinden biri, birisinin yönetimine geçip, Okültizme son verip sadece dans eğitimi verdiği sanılmasına rağmen, Helena hala hayatta olan bi cadı.. Ve okulu da Madam Blanc aracılığıyla yönetmekte..

Suzy'yse tee Amerikalardan bu çok ünlü bale okuluna eğitim almak için kaydolan bi öğrenci.. Okulda kalan Pat adlı bi kız, Suzy fırtınada zar zor okula varabilmişken uzaklaşıyor.. Suzy, okula girmek istediğini belirttiğinde içeri alınmıyor ve diafondaki ses gitmesini söylüyor.. Aynı gece Suzy, muhtelemen otelde kalırken, Pat, korkunç bi şekilde öldürülüyor..

Ertesi gün okula gittiğinde gayet hoş bi şekilde karşılanan Suzy, okulda kalacağı odanın henüz hazır olmaması sebebiyle bi geceyi daha okul arkadaşlarından biri, birisinin evinde geçiriyor.. Ertesi gün odasının hazır olduğunu ve yerleşmesi gerektiğini söyleyen Blanc'a Suzy direniyor ve bunun intikamını otelin hademesi alıyor: Elindeki kristalle Suzy'ye büyü yapan kadın, Suzy'nin dersin ortasında rahatsızlanmasına sebep oluyor: Başka bi süreç de burada başlıyor: Gelen doktor, Suzy'nin belli bi yemek programına uymasını istiyor ve Suzy her akşam yemeğini okuldaki diğer öğrencilerden ayrı, kendi odasında yiyor..

Derken, tavandan kurtçuklar yağmaya başlıyor ve sebebinin bozulmuş yiyecekler olduğu anlaşılıyor.. O gece öğrencilerin hepsi bi arada uyurken Sarah, Kara Kraliçe'nin onlarla birlikte uyuduğunu anlıyor-
ki, normal bi görüntüye sahip insanın yatağa uzandığında iskelet gibi görünmesi muhteşem olmuş-
da, filmin görsel büyüsünden en sonda bahsetmeye karar vermiştim, neysse,,

Sarah'nın iddiaları karşısında şaşıramayan, zira kendisine getirilen yemeğin içinde olan uyku yapıcı maddeler yüzünden geceleri erkenden uyuyan Suzy, Sarah'yla konuşmaya çalışırken öğretmenlerin okuldan çıkmadığını söylüyor.. Ve fakat Sarah olayın sırrını çözemeden ölüyor..

Ve Suzy, okuldaki gizli bi bölmede kalan Kara Kraliçe'yi bulup öldürüyor..

Filmin hikayesi zaman zaman fecii zorlama bi hale gelse de, stili bunları pek de önemsememenizi sağlayabiliyor.. Özellikle dans okulunun mimarisinden ve kırmızı ağırlıklı renk paletinden inanılmaz bi şekilde faydalanıyor Argento: Renk ve ışık kullanımı böylesine fetişleştiğinde filmi izlemek bile başlı başına keyif unsuruna dönüşüyor.. Olağanüstü müziklerini de unutmamak gerek haliyle..

*: Bu yazıyı In The Woods.. - Omnio?? - Pre eşliğinde yazdım..
Read more

A Life Less Ordinary


Danny Boyle'un Ewan MCGregor'la -şimdilik, son kez çalıştığı film olma özelliğini koruyan '97 yapımı fantastik bi romantik-komedisi A Life Less Ordinary, arada bi zeki çıkışlar yapmasına rağmen vasatlıktan kurtulamayan bi yapım..

Hikayesi şu: Robert, bi şirkette temizlik görevlisi, aynı zamanda da Marilyn Monroe ve John Kennedy'nin herkeslerden gizlediği kızını konu eden bi roman yazmakla meşgul.. Şirketin giderleri kısmak için temizlik görevlileri yerine temizlik robotları alması dolayısıyla işinden oluyor.. Şirketin genel müdürünün (ki, Ian Holm rolünde oldukça ii..) kızı Celine'se tek yaşayan ve oldukça ii silah kullanan bi ablamız.. Ve ikisinin bi araya gelip, birbirlerine aşık olması için iki melek görevlendiriliyor Tanrı tarafından: O'Reilly ve Jackson: O'Reilly rolünde Holly Hunter, kesinlikle filmin en iisi olarak göründüğü her sahnenin yıldızı oluyor..

Patronun ofisini "basan.." Robert, patronunu Celine'in araya girmesi sebebiyle vurunca kendini kurtarmak için rehine olarak Celine'i kaçırıyor.. Celine daha önce 12 yaşındayken (de..) kaçırıldığı için Robert'a nasıl davranması gerektiği konusunda dersler veriyor ki, bu bağlamda telefon kulübesinde geçen sahneler oldukça ii gibi.. Tabii "düşman.." boş durmuyor ve O'Reilly'yle Jackson'ı Celine'i getirmesi ve Robert'ı öldürmesi için tutuyor.. İkisi ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar ikiliyi bi arada tutamıyorlar.. Robert, banka soygunundan sonra Celine'in vurulacağını ön/görünce kendisini feda ediyor ve Celine'le sevgili olmak isteyen diş hekimi onun bacağından kurşunu çıkarıyor ki, o sahnedeki diş konsültasyonu olağanüstü.. Cameron Diaz'ın o sahneyi kabul etmesi şu an mümkün olmaz misal-
toyluk diyelim, eheh..

Ve çiftimiz climax-öncesi-ayrılığıyla başka uçlara savruluyorlar.. Ki Jackson ikisini bi araya getirmek için şiir bile yazıyor.. Ve fakt bu da işe yaramıyor.. Derken Tanrı devreye giriyor ("bana Tanrı'yı bağlayın..) ve çiftimiz mutlu sona ulaşıyor..

Ki, kapanış jeneriğindeki animasyon bölüm, filmin büyük bi kısmından daha fazla zevk veriyor..
Read more

Trainspotting


Danny Boyle'un '96 yapımı filmi Trainspotting bi Irvine Welsh uyarlaması.. Çoktan külte dönüşmüş olan roman ve kitap hakkında yeni sözler söylemek pek de mümkün olmasa gerek.. Baştan söyleyeyim kitabı okumadım, o yüzden nasıl bi uyarlama olduğu konusunda yorum yapabilecek durumda diilim..

Bikaç cümleyle hikayesini özetledikten sonra film (daha doğrusu uyuşturucu vs..) hakkında ayrıntılı şeyler söyleyebilirim.. Filmde Renton, Spud, Sick Boy, Tommy, Allison ve Begbie'nin yaşamlarından bi kesit izliyoruz.. Çoğu karakterin sonunu görmemize rağmen Allison'ın nasıl bi sonuca ulaştığını izleyemiyoruz misal, halbuse en çok merak ettiğim kişi kendisi zira, fecii kötü bi hikayeye sahip..

Renton, Allison, Spud ve Sick Boy genelde aynı evde çokça vakit geçiren uyuşturucu bağımlıları.. Uyuşturucu almak için hırsızlık yapıyorlar filan.. Başta her şeyler ii gibi görünse de, hepsinin dünyası giderek kararmaya başlıyor: Renton uyuşturucuyu bırakmak istese bile bunu başaramıyor, Sick Boy müthiş göndermeler yapsa da, bu yetmiyor.. Spud iş bulmak için mülakata katılsa da tabii ki iş bulamıyor.. Allison'sa bebeğinin ölümüyle yıkılıyor-
ki, filmdeki en zor sahnelerden bi tanesi..

"Temiz.." karakterleri de var filmin: Begbie uyuşturucu kullanmayan, ağır bi psikopat.. Tommy'yse Lizzy'le düzgün bi ilişkisi olan sportif bi genç.. Ve fakat o da sevgilisinden (Renton'ın evinden aldığı sevişme kaseti yüzünden..) terk edilince çareyi eroinde buluyor: Ve ölüme giden yolda adım atmaya başlıyor-
nerden çıktı bu betimleme aşkı??

Sonra bi gün hırsızlıktan Spud ve Renton yakalanıyor ve Spud 6 ay hapse gönderilirken, Renton rehabilitasyon merkezinde tedavi olmak koşuluyla serbest bırakılıyor-
ki, filmin diğer can yakan sahnelerinden biri, birisi de Spud'ın annesinin kutlama yapan ahaliye görünüp, bişii demeden bardan ayrılması..

Renton günde üç doz methadon almasına rağmen bu ona yetmiyor ve bi gün onlara uyuşturucu temin eden adamın evinde bi vuruş daha yapıyor ve fakat bu kötü sonuçlanınca hastaneye götürülüyor-
kapısına bırakılıyor demek daha doğru tabii.. Fonda çalan "Perfect Day.." çok şeye bedel bu sahnede..

Ve ailesi durumu kontrol altına alıp Renton'ı temizlenmeye kendi yöntemleriyle mahkum ediyorlar.. Ve temizlenen Renton Londra'ya gidip, iş buluyor.. Ve fakat işler beklediği gibi gitmiyor ve önce Begbie, sonrasında da Sick Boy ona konuk oluyor.. Tommy'nin cenazesi ertesinde bi uyuşturucu işinden yüklü bi para kaldırma planı yapıp, başarıya ulaşmalarına rağmen, birbirlerine kazık atıyorlar ve "kazanan.." Spud'la Renton oluyor..

Eet, Trainspotting, uyuşturucu üzerine sağlam bi dokümanter çıkarıyor: Bu bağlamda Renton'ın söylediği "c vitamini illegal olsa onu bile kullanacaktık.." sözü oldukça manidar.. Film uyuşturucu kullanan herkesleri cezalandırıyor: Allison bebeğini kaybederken, filmin başlangıcında geleceği en parlak görünen Renton'ın cesedi öldükten günler sonra bulunuyor, Sick Boy konusunda çok da bilgimiz yok.. Renton, temizlendiği için başarıya ulaşırken, Spud "kimseye kötülük yapmadığı.." için ufak bi ödül alıyor..

Eet, eroin kullanan biri, birisinin ölümü çok da uzak bi ihtimal diil ve fakat film bunu anlatırken karakterlerine aynı mesafeyle yaklaşmıyor: Daha doğrusu hikayeyi tarafsız bi gözle anlatmak yerine manipülatif bi yöntemi tercih edip seyirciyi Renton'la özdeşleştiriyor: Bu tabii ki böylesi bi hikaye için en makul çözümlerden biri, birisi ve fakat bunun sayesinde diğer karakterlerini birer birer eziyor.. Eğer hikayeyi Tommy ya da Allison'ın bakışından izleseydik her şeyler çok daha farklı olabilirdi/caktı..

Kapital sistemin uyuşturuya bakışı ortada: Uyuşturucu kullanımının hükümetlerin ekonomik kaygılarıyla ortaya çıktığı, ve fakat bunu "sağlık.." propagandalarıyla gerekçelendirilmesinin günümüze etkileri ortada: Renton'ın İskoçya'nın ıssız bi yerinde arkadaşlarına İskoçlar üzerine söyledikleri "vurucu.." bi etkiye sahip olması gerekirken, öylesine havada kalıyor ki, buradan sistem eleştirisi çıkarmak mümkün olmuyor ne yazık ki..

Film her ne kadar Renton'ın o müthiş proloğuyla başlasa da, Renton karakterini önce uyuşturucudan kurtarıp, sonrasında o eleştirir gibi yaptığı "normal.." insana (bize..) dönüştürmesini kaç farklı şekilde yorumlayabiliriz??
i) Kapitalist sistem böyle bişii: Ne kadar dışarısında kalmak istesen de seni içine alıp, dönüştürüyor..
ii) Renton "doğru yolu.." buluyor: Gidiş yoluna diil, sonuca bakmak gerekiyor..
iii) Film, sağ gösterip sol vuruyor..

Eet, Renton uyuşturucuyla olan "savaş.."ını kazanıp, "normal.." bi insan olmak için çabalıyor.. Filmden geriyeyse posası çıkmış şu sözleri kalıyor: " Choose Life.. Choose a job.. Choose a career.. Choose a family.. Choose a fucking big television, choose washing machines, cars, compact disc players and electrical tin openers.. Choose good health, low cholesterol, and dental insurance.. Choose fixed interest mortgage repayments.. Choose a starter home.. Choose your friends.. Choose leisurewear and matching luggage.. Choose a three piece suit on hire purchase in a range of fucking fabrics.. Choose diy and wondering who the fuck you are on sunday morning.. Choose sitting on that couch watching mind numbing, spirit crushing game shows, stuffing fucking junk food into your mouth.. Choose rotting away at the end of it all, pissing your last in a miserable home, nothing more than an embarrassment to the selfish, fucked up brats you spawned to replace yourselves.. Choose your future.. Choose life..
But why would I want to do a thing like that?? I chose not to choose life.. I chose somethin' else. And the reasons?? There are no reasons.. Who needs reasons when you've got heroin??"
Read more

Bir İşbirliği Üç Film: #1 Shallow Grave


Danny Boyle'un ilk sinema filmi olan '94 yapımı Shallow Grave, oldukça eğlenceli ve fakat bi o kadar da kara bi film..

Hikayesi şu şekilde gelişiyor: Alex, Juliet ve David aynı dairede yaşayan üç arkadaşlar.. Dairedeki boş odaya dördüncü bi kişi almak istiyorlar ve fakat çok katı bi eleme süreçleri var: Gelen herkeslerle mülakat yapıyorlar ki bunlar filmin en eğlenceli sahneleri hakkaten.. Juliet'in görüştüğü Hugo'yla sonradan üçü yeniden görüşüyor ve oda Hugo'nun oluyor.. Ve fakat ertesi gün odada Hugo'nun aşırı dozdan öldüğünü anladıklarında Juliet acil servise haber vermek için aradığında Alex, Hugo'nun bi bavul dolusu parasını görüyor ve Juliet telefonu kapıyor..

Ne yapmaları gerektiği konusunda tartışan arkadaşlar, parayı tutma kararı almalarına rağmen cesedin çürümeye ve kokmaya başlaması dolayısıyla ondan kurtulmak için bi plan yapıyorlar.. Cesedin teşhis edilememesi için el ve ayaklarını kesmeyi, dişlerini sökmeyi ve yüzünü tanınmaz hale getirmeyi planlamalarına ve gerekli aletleri almalarına rağmen kimin yapacağı konusunda tartışmaya başlıyorlar.. Ve sonunda kısa çöpü çeken David bunu yapmaya mecbur kalıyor.. Ancak zaman geçtikçe üçlünün arası yavaş yavaş açılmaya başlıyor: David paranoyasına ve gördüğü kabuslara yenilip tavan arasında uyumaya başlıyor.. Alex ve Juliet bu durumdan hoşlanmasalar bile bişii demiyorlar..

Bu arada Hugo'yu arayan çete üyeleri de daireye giderek yaklaşıyor ve bi gece bastıkları dairede Alex'i yaralayıp, Juliet'i bağlıyorlar.. Ve fakat David, o iki kişiyi de öldürünce işler sarpa sarmaya başlıyor: Yine iki mezar kazıp aynı yöntemle cesetlerden kurtuluyorlar..

Ormanda çalışan işçiler üç cesedi bulunca olaya polis dahil oluyor ve üç arkadaşı sorguluyorlar.. Şüphelenmelerine rağmen bişiiyi ispat edemedikleri için giden polisler sonrasında üçlü birbirinden daha da uzaklaşıyor.. Juliet, David'e yaklaşırken Alex yalnız kalıyor..

Ve muhteşem climax: Bi gece David, Juliet'le birlikte gideceklerini konuşmalarına rağmen tek başına gitmeye yelteniyor, Alex müfettişi aramak üzereyken Juliet, David'e "bensiz mi gidiyorsun??" diye soruyor.. David, Juliet'in tek başına kaçmak için aldığı bileti gösterirken telefonun kablosunu koparıyor.. Alex, bileti kendisi için aldığını söyleyip Juliet'i kendi safına çekerken David'le kavga etmeye başlıyor ve fakat David çocuu bıçaklıyor.. Juliet David'i öldürürken, Alex'i yanında götüremeyeceğini söylüyor ve bavulu alıp gidiyor.. Eve gelen müfettişler olayı çözerken, en büyük şoku Juliet yaşıyor: Zira bavuldaki paraların alınıp yerlerine kağıt konulduğunu fark edince ağlayıp kriz geçirmesine rağmen Rio'nun yolunu tutuyor.. Alex'se paraların sahibi oluyor..

Film, arkadaşlık konusuna farklı bi bakış atarken bunu, oldukça dinamik bi anlatım yardımıyla hiç sıkmadan, zaman zaman gererek anlatıyor.. Eet, "arkadaşlarımızı ii seçmeliyiz.." seçmesine de, böyle bi durumda en yakınımızdakini bile tanıyamacağımızı az da olsa biliyoruz haliyle, eheh..
David'in korku ve paranoyayla yoğrulan psikolojisi onu acımasız bi katile dönüştürürken, Juliet ifadesiz yüzü sebebiyle ne yapacağı önceden kestirilemeyen klasik bi femme-fatale portresi çiziyor.. Alex'se, filmin başından itibaren soğuk espriler yapan, biraz taşkıntı bi profil çizmesine rağmen, filmdeki en zeki hamleleri yapan kişi oluyor.. Potansiyelini gizlemesi ve gözü karalığı bu sonucu hak ettiği anlamına gelebilir belki :))

Filmin müzikleri ve mizansenleri oldukça ii kotarılmış.. Bi de öylesine seksi bi sahne var ki Alex ve Juliet arasında geçen: Çıplaklık ya da seks barındırmamasına rağmen fecii erotik.. Fecii kışkırtıcı.. Sırf bu sahne için bile izlemeye değer bi film Shallow Grave..
Read more

Zoo


'07 yapımı Robinson Devor'un çektği belgesel Zoo'yu !f'te izlemiştim ilk.. Aklımdan çıkmayan bazı sahneleri hala var, çünkü film görsel açıdan olağanüstü bi ton tutturmuş.. Anlattığı öyküye yakışır şekilde buz gibi ve karanlık tonu fecii etkileyici.. Müzikleri de.. Ancak buna gelmeden önce belgeselin kendisinden bahsetmek gerekiyor..

Belgeselin çekilme sebebi Kenneth Pinyan'ın '05 yılında bi atla girdiği anal seks sonrasında iç kanama sonucu ölmesi ve bu olayın "patlaması.." Belgesel de öncesi ve sonrasıyla bu olaya odaklanıyor ve fakat, bi sahne hariç hiçbi şekilde atlarla seks üzerine görsel barındırmıyor.. Aslında konu çok karışık..

Önce Kenneth Pinyan'dan başlayalım: Evli, bi erkek çocuu olan Pinyan, aynı zamanda Boeing firmasında mühendis olarak çalışıyor.. Görünürde her şeyler "normal.." olmasına rağmen, '05 yılında Washington'da James Michael Tait'in çiftliğinden hastaneye götürülüyor ve ölüm sebebi kayıtlara atla anal seks sonrasında kolon deformasyonu sonucu geçirdiği iç kanama olarak geçiyor.. Belgesel, gerçek kişilerin dış-sesleriyle ilerlerken, daha çok Tait ve çiftlikte zaman geçiren diğer kişiler üzerine odaklanıyor..

James Tait, Washington'da büyükçe bi çiftliğe sahip.. Atları, inekleri, boğaları filan var.. Ancak, internet üzerinden çeşitli kişilerle iletişim halinde: Onları çiftliğinde ağırlıyor, birlikte kasabadaki Meksika restoranına gidiyorlar, evde parti veriyorlar filan.. Hepsinin ortak yönüyse atları sevmeleri.. Hepsi erkek olan bu kişilerin, anlattıklarına en son gelicem ve fakat, bilgi olması bağlamında: Sadece Amerika'dan diil, Almanya, Japonya gibi ülkelerde yaşayan kişilerle, dahası Irak'ta bulunan Amerikan askerleriyle de iletişim halindelermiş..

neysse,, sonra bi gün aralarına Mr. Hands n/ickiyle Kenneth Pinyan katılıyor.. Bu noktada anlatıcılardan biri, birisi (vakit geçirdiği insanları kastederek..) "onlarla birarada olmaktan mutluyum: Aklıma gelenleri anında söyleyebiliyorum, beni yargılamadıklarından eminim çünkü.. Rahat hissediyorum kendimi.." gibi laflar söylediğinde, dahası bu sözler diğer underground seks kulüpleri ya da ekstrem örnekleri aklımıza getirdiğinde iice zorlaşmaya başlıyor bazı şeyler-
gelicem bu konuya yeniden..

Arada bi, Pinyan'ın ailesiyle geçirdiği vakitleri de görüyoruz: Tatil için geldikleri Washington'da gözlemevine filan gidiyorlar: Ailesi açısından sorun yok, ancak çok manidar iki sahne var: Bi akşam eşi ve kendisi at çiftliğinde vakit geçiriyorlar, Pinyan'ın eşi kendisini çok mutlu hissettiğini söylüyor..
Diğeriyse gözlemevinde Pinyan'ın eşinin saçını sevdiği sahne.. İnsanın içine oturuyor..

Ve belgesel kırılıyor: Pinyan'ın hastaneye kaldırılmasının ve ölmesinin ardından helikopterler çiftliğin yerini tespit ediyor, Tait evde "günlük iş.."lerine devam edermiş gibi yaparken, bi başkası evdeki kaydettikleri bi kova dolusu cdyi kaçırıyor-
ve fakat bi tane cdyi düşürüyor.. Tait tutuklanırken, polisler Pinyan'ın ailesine olaydan bahsederken videoyu gösteriyorlar-
ki, filmdeki tek seks sahnesi de bu (gerçek diil ama..)-
gerçeğine de gelicem birazdan..

Belgesel Pinyan'ın ölümüne sebep olan atın kastraste edilmesiyle bitiyor..

Gelelim Pinyan'ın internette dolaşan videosuna: Bu kısa videoyu filmden aylar sonra izlediğimde gerçekten ne diyeceğimi bilemez halde kalmıştım: Kocaman (ki, filmde de söyleniyor "en büyük atınki olduğu için internette bu kadar popüler..") at penisinin neredeyse tamamını içine alan Pinyan videonun sonuna doğru çok kötü bi şekilde inliyor.. Ancak, bu video Pinyan'ın ölümüne sebep olan ilişkinin videosu mu, emin diilim: Zira Tait'in bu tür videoları internette dolaşıma soktuğu da bilinen başka bişii: Ancak, kendisi evinde konuk ettiği kişilerden atlarla girdikleri ilişkiler ya da çeşitli etkileşimler için para almadığını, zira bunun fahişeliğe girdiğini de söylüyor..

Ve zoofili konusu: Açıkçası bu film, zoofiliye olan bakışımda kısmen kırılmalara sebep oldu: Eet, hala sapıklık olarak değerlendiriyorum, çünkü cinsel tatmin sağlanan hayvanın karar alma mekanizmaları yetişkin bi insanınki gibi asla olmayacak ve fakat, dünya üzerinde zoofil bissürü insan var: Pedofiller gibi..

Filmdeki konuşmacıların hayvanlarla olan ilişkilerinde çok daha rahat olduklarını söylüyorlar: Kimisi atla o soyutlanmış hali sevdiğini söyleyebiliyor, kimisi "insan eşini nasıl seviyorsa bi atı da aynı şekilde sevebilir.." diyor, kimisi "atların her türlü bakımını bakıyorum, onlara diğer insanlardan daha çok değer veriyorum.." dediğinde bunun "mümkün.." olabildiğini/-ebileceğini anlama konusunda önceki kadar net düşünemediğimi fark ettim filmi ikinci izleyişimde..

İşin bi de porno boyutu var: İnternette biraz porno site gezen biri, birisi görür ki, sadece at pornosu diil, köpek, kurt vs..yle ilişkiye giren ya da vajinasına çeşitli hayvanlar sok/ul../an kadınların olduğu videolar var ve bu videolar belli bi talebi karşılıyorlar.. Bu bağlamda çocuk istismarı ya da çocuk pornosuna uygulanan yaptırımların/takiplerin hayvan pornolarına çok da uygulanmadığı sonucuna varıyoruz ister istemez-
ikisi aynı diil, farkındayım.. Sadece her suça aynı oranda kovuşturma yapılmadığını belirtiyorum..

Pedofil konusunda da, aynen Zoo'da olduğu gibi çeşitli yöntemlerle birbirleriyle iletişime geçen, hatta çocukları kaçıran çete/mafyaların çektikleri videoları para karşılığında dolaşıma soktuğu, çekimlerde istismar edilen çocuklarınsa ölüme terk edildiği/öldürüldüğü bi dünyadayız: Eğer Pinyan o gece ölmeseydi, muhtemelen işlerin "bu.." boyuta geldiğini belki çok ama çok sonra öğrenecektik.. Belki sansasyonel olduğu için bu konuya eğildi Devor, ve fakat bu Zoo'nun değerini düşürmüyor benim gözümde-
zoofilleri dinlemek (anlamak demedim..) için muhteşem bi kaynak-
yine blogda işlediğim Nobody Is Perfect gibi.. O belgeselde de, çeşitli "sapık.."ların dünyasına dalıyorduk..

[Çok dağıldım yine..]
Gayet ii bi belgesel Zoo, görsel açıdan dediğim gibi olağanüstü uyumlu ele aldığı konuyla-
belki biraz cilalı ama -en azından kendi açımdan, çok da ii olmuş bence..
Ele aldığı konudaki tavrı da takdire şayan: Ne onları ucubeleştiriyor, ne de yüceltiyor-
nobody Is Perfect tarafsız kalamıyordu misal..

Bence ne kadar "kabullenilemez.." bulunsa da, herkeslerin izlemesinin faydalı olacağını düşündüğüm bi belgesel Zoo: Anlamak için önce dinlemek gerekir..
Read more

100. Kayıt: Passion


[Film öncesi biraz geyik: 100. kaydım bu.. Her ne kadar 100'den fazla filmi konu etsem de, kayıt bağlamında 100'e ulaştığım ve decimal sistem kullandığımız için bu tür sayılar önemli oluyor haliyle.. Passion'u seçme sebebimse gayet basit: Godard ve Huppert..]

Godard'ın '82 yapımı filmi Passion, iki kişinin (aslında 4 ve fakat bu 2 kişinin çevre hikayeleri diyelim..) "hikayesini.." anlatıyor: Jerzy ve Isabelle.. Jerzy bi yönetmen ve konusuz bi film olan Passion'u çekiyor, herkesler "bu filmin hikayesi ne??", "hikayesi olmalı.." demesine rağmen o ısrarla bu filmin hikayesi olmadığını/olmayacağını belirtiyor.. Ve fakat sorunlar da yok diil: Kendisine verilen bütçeyi kat be kat aşan Jerzy, filmi tamamlamak için motivasyon sağlayamıyor.. Filmin yapımcılarından biri, birisi film için para bulmak için didinip duruyor ve fakat Avrupa'daki son umutları olan İtalya'dan da filme bütçe çıkmayınca rotasını Amerika'ya çevirmek istiyor: Jerzy'yse buna fecii şekilde karşı çıkmasına rağmen (prensip..), sonunda Hollywood'dan para için yeşil ışık yanınca bişii demiyor.. Bağlantıyı kuran kişi L.A.'ye gitme planı yaparken, Jerzy, fikrini değiştiriyor..

Isabelle'se, bi fabrikada çalışan bi işçi ve fakat kovuluyor ve tazminatını da alamıyor.. Tazminatı almak ya da işe geri dönmek için çabalıyor sürekli: Her gün fabrikaya gidiyor, arkadaşlarıyla patrona dilekçe yazıyorlar, ertesi gün patronun fabrikaya girişine izin vermiyorlar: Isabelle'in tek isteği işe dönmek, eğer böyle bişii mümkün diilse de parasını almak.. Bi hak mücadelesi onunki.. Ve o, Jerzy'nin aksine hakkını alabiliyor..

Jerzy ve Isabelle önceden sevgililermiş: Karakterleri oldukça farklı olan bu iki kişinin çalıştıkları sektör ve kendi mücadeleleri (ya da mücadele etmekten vazgeçişleri..) paralel bi şekilde anlatılıyor filmde: Isabelle çalışmak istiyor, Jerzy'yse uygun cümleyi bulana kadar çalışamayacağını belirtiyor: Film için bikaç sahne çekmesine rağmen, film ekibindeki büyük çoğunluk günlerini sette prova yaparak geçiriyor.. Jerzy geldiğinde de o sahneler de her zaman çekilmiyor.. Oysa Isabelle, mücadelesini hiçbi zaman bırakmıyor, Jerzy'nin anti-tezi.. Hala bakire ve tedavi görmesine rağmen kekemeliğinden tam olarak kurtulamamasına rağmen, yılmıyor.. Bu yönüyle belki de Jerzy'yi peşinden Polonya'ya kadar sürükleyebiliyor..

Passion-film-içinde-film'deki röprodüksiyon sahneler de oldukça etkileyici tabii: Delacroix, Caravaggio, Goya, Rembrandt gibi ressamların ünlü tablolarını bazen bire-bir, bazense atıfta bulunarak canlandıran sahneler, Mozart'ın fon müziği ve genel olarak Passion fikri, Godard'ın sinema anlayışını anlatmak için kullandığı bi enstrüman sadece: Jerzy'nin Hollywood'a mesafeli durması, dahası herkeslerin "konusu ne??" demesi her şeyi ortaya seriyor aslında: Hollywood'un tek-tip sinema anlayışı tüm dünyayı etkileyedursun, konusu olmayan filmlere para verilmemesi sorununa çözümü -yine, Hollywood'un bulması da filmin en büyük ironisi olsa gerek-
ancak, Jerzy, filmi önemsemiyor artık Isabelle'le konuştuktan sonra.. Her şeyi bırakıp gidiyor..

*: Bi de "yara.." sahnesi var filmde, Jerzy, oyuncu ekibine katılan yeni kızın havuzda kolları ve bacaklarını açarak kar-perisi gibi durmasını istiyor, o sırada ekipten biri, birisi ona "neye bakıyorsun??" diye sorduğunda "evrensel yaraya.." diyor-
bilinçaltı egemenliği..
Read more

Trois Couleurs: Rouge


"Üç Renk.."'in son filmi Rouge, söyledikleriyle üçleme içinde en çok öne çıkan film: Ve belki de söylemedikleriyle..

Hikayesi şu: Modellik yapan Valentine'in, İngiltere'deki sevgilisi Michel'in yanına gitmeden önceki dönemini anlatıyor film.. Valentine, reklam için fotoğraflar çektiriyor, defilelere çıkıyor, uyuşturucu bağımlısı kardeşi ve annesini birarada tutmaya çalışıyor, bi akşam yolda bi köpeğe çarpan Valentine, köpeğin tasmasında yazan adrese gittiğinde oldukça kötü bi şekilde karşılanıyor.. Köpeği tedavi ettiren ve onun hamile olduğunu öğrenen Valentine, onunla yaşamaya başlıyor.. Derken bi gün Rita'yı bıraktığında Rita kaçıyor ve eski sahibinin yanına gidiyor.. Oraya kadar onu takip eden Valentine, köpeğin sahibini daha yakından tanımaya başlıyor: Eski bi yargıç olan adamımız, komşularının telefonlarını dinleyerek vakit geçirmekte: Evli ve fakat gizli eşcinsel bi adamın telefon konuşmasına şahit olan Valentine, yargıcımıza "bu çok kötü bişii.." minvalli sayıkladıktan sonra onu ihbar edeceğini söylemek için gizli eşcinsel adamın evine gidiyor: Ancak yapamayıp yargıcın yanına geri dönüyor.. yargıçla konuşurken kendi travmalarından da bahseden Valentine'in "normal, anormal, adalet, haksızlık.." gibi kavramları ciddi bi darbe alıyor..

Film boyunca başka bi kahramanımız daha var tabii: Üniversite son sınıf öğrencisi Auguste.. Adeta yargıcın gençliği gibi bi profil çizen Auguste, sevgilisiyle mutlu bi erkek.. Ve fakat onun da hayali yıkılıyor bi süre sonra: Sevgilisi başka bi adamla birlikte olmaya başlayan Auguste neredeyse hayata küsüyor..

Yargıç, tüm komşularına ve polise mektup yazarak kendini ihbar ediyor: Aslında bunu yapma nedeni Valentine'le yeniden görüşmek.. Ve amacına da ulaşıyor.. Doğum gününde Valentine'le uzun bi konuşma yapan ve dost olan yargıç, Valentine sayesinde insanlara (daha doğrusu kadınlara..) karşı güvensizliğini yeniyor-
ki, bu da alışıldık bi temaya dönüşmüş bişii, o yüzden "ay ne güzel oldu.." dedirtmiyor pek fazla..

Üçlemenin leitmotifi "geri dönüşüme şişe bırakan yaşlı.." imgesi karşımıza çıktığında Valentine diğer filmlerdeki karakterlerin aksine ona yardım ediyor..

Ve ertesi gün sevgilisinin yanına gitmek üzere feribota biniyor: Tüm film boyu teğet geçtikleri Auguste da, aynı feribotta.. Ve fırtına yüzünden feribotta ölenler oluyor.. Sadece bikaç kişi kurtuluyor, ki bunlar da üçlemedeki filmlerin başrolleri oluyor.. Olivier ve Julie, Domonique ve Karol, ve Valentine ve Auguste.. Film yargıcın gözyaşlarıyla bitiyor..

Film kardeşlik temasını Valentine ve yargıç arasında kurarken, henüz başlamamış bi aşkı muhteşem bi şekilde anlatıyor.. Anlatmasına da, nedense üçlemede beni en az etkileyen film de Rouge.. Bunun sebepleri üzerine düşünmeme rağmen, çok da tatminkar sonuçlar elde edemedim.. Muhtemelen Valnetine ve yargıç arasında gelişen ilişki buna sebep oldu: Zorlama diil belki ve fakat, oldukça didaktik olan bu ilişki de zaman zaman sıkıcı bi ton kazanabiliyor-
bu histen çabuk kurtulmamızı sağlayansa Jean-Louis Trintignant'ın müthiş oyunu..
Oysa Valentine ve Auguste arasındaki gelişmeyen ilişki çok daha çarpıcı.. Sadece onu işleyen bi film de olabilirmiş gibi geliyor bana..

neysse,, "Üç Renk.." görsel ve işitsel açıdan olağanüstü anlar barındırıyor, keyfini çıkarmak lazım..
Read more

Trzy Kolory: Bialy


"Üç Renk.." üçlemesinin ikinci filmi Bialy, eşitlik temasına odaklanan ve bunu kendince anlatan bi intikam filmi..

Dominique ve Karol, Polonya'da bi kuaförlük yarışmasında tanışan ve evlenen bi çift: Karol Polonyalı bi kuaförken, Dominique aynı yarışmada modellik yapan bi Fransız: En başlarda ilişkileri gayet ii gitse de, zamanla Karol'da ortaya çıkan iktidarsızlık nedeniyle Dominique ülkesinde boşanma davası açıyor.. Mahkeme salonunda dava görülürken, Bleu filminden tanıdık bi replik duyup, hemen peşinden salona Julie'nin girmeye çalışıp görevli tarafından dışarı çıkarılmasını görüyoruz, ki bu da (Julie yani..) üçlemeyi birbirine bağlayan iki şeyden bi tanesi..

neysse,, Karol elinde bavulu, dışarıda kalmışken üçlemenin leitmotifi "geri dönüşüm kutusuna şişe bırakan yaşlı.." imgesini görüyor ve geceyi (muhtemelen Dominique'le birlikte işlettikleri..) kuaförde geçirmeye karar veriyor.. Ertesi sabah, Dominique Karol'u görünce polisi aramaya yelteniyor ve fakat Karol'la konuşmaya başlayınca (onun erekte penisini hissedince desek daha doğru olur şüphesiz..) bundan vazgeçiyor: Derken, ereksiyonu kaybolan Karol'dan intikam almak istercesine dükkanın perdelerini ateşe veriyor ve polislere bunu Karol'un yaptığını söyleyeceğini belirtiyor.. Kaçan Karol, para kazanmak için tren istasyonunda tarak ve mendilden yaptığı enstrümanıyla şarkı çalarken, karşısına başka bir Polonyalı çıkıyor.. Onun bavulunda ülkesine dönmeyi teklif eden Karol, buna olumlu yanıt alıyor ve fakat havalimanında Karol'un içinde olduğu bavulu adamlar çalınca ve içinden de Karol çıkınca adamlardan dayak yiyor.. Paris'ten aldığı heykel de bu sırada parçalara ayrılıyor..

Bitkin bi vaziyette kuaföre giden Karol, "Fransa hatırası.." 2 Franktan kurtulmak istemesine rağmen, para avucuna yapışınca bundan vazgeçiyor.. Kuaförlükten yeteri kadar para kazanamayacağını anlayan Karol, iş değiştirip para biriktirmeye başlıyor.. Derken, Polonya'da depo inşa edilecek arsalar olduğunu tesadüfen öğrenen Karol, "hain.." bi plan yapıp, o bölgedeki kilit rol oynayan arsaları sahiplerinden birer birer alıyor..

Paris'te karşılaştığı adamsa ona teklif ettiği "iş.."in hala geçerli olduğunu söylüyor ve Karol, onu yapmak için gittiğinde karşısına o çıkıyor-
ki, bu sahne şaşırtmıyor açıkçası: Daha ilk kez bundan bahsettiğinde anlaşılabiliyor..
Karol, boş ateş ettiğinde sıradakinin dolu olacağını söylüyor ve adama (imdb'ye bakmaya üşenmek, eet..) "emin misin??" diye soruyor, "hayır.." diyor adam.. Ve dost oluyorlar-
aslında gayet eşcinsel okuma yapılabilecek bi dostluk onlarınki.. Eet, ben öyle düşünüyorum..

O aldığı arsaları 10 katına satan Karol, zengin olunca iş kurup, arkadaşını da ortak yapıyor.. Ve fakat Dominique'i unutmuş değil ve planını uygulumaya başlıyor: Vasiyetini değiştiren, ölüm ilamı çıkaran ve hatta gömülecek cesedi dahi getirten Karol'un cenazesine Dominique de geliyor ve ağlıyor.. Aynı gece otelde sevişen çiftimiz, Dominique'in orgazm çığlıklarıyla mutluluğun doruklarına çıkmalarına rağmen, ertesi sabah Dominique için her şey tersine dönüyor: Karol'un öldüğü gün Polonya'ya giriş yapan Dominique şüpheli bulunuyor ve aynen Karol'un mahkemede tercüman kullanması gibi, tercümanla iletişim kuruyor ve hapse atılıyor.. Karol'sa Dominique'i hapishanede uzaktan da olsa ziyaret ediyor.. Davanın sonucunda çok az da olsa umut olmasına rağmen, Dominique, hapiste kalmaya ve çıktıktan sonra Karol'la -yeniden, evleneceğini işaret diliyle belirtiyor ve Karol'un gözyaşlarıyla film bitiyor..

Genellikle üçlemenin Rouge ve Bleu filmlerinin gölgesinde kalsa da, Bialy de oldukça sağlam bi yapıya sahip: Eşitliği sağlamak için hırs yapan Karol her ne kadar bunu başarsa da, tam anlamıyla mutlu olamıyor-
en azından bu filmlik..
Dominique karakteriyse oldukça ilginç aslında: Kocasının iktidarsız olması sebebiyle boşanıp, tüm film boyunca ondan nefret eder bi profil çizen kadının, finalde "seninle evlenicem.." demesi, tutarlılık ilkesiyle çelişiyor gibi görünse de, bi yandan onu Julie'ye yaklaştırıyor: İki filmdeki kadın da, direnç gösteriyorlar: Julie yaşamak istemediğini kabullenmeye çalışırken, Dominique kendini Karol'u sevmediğine ikna etmeye uğraşıyor.. Ve iki karakter de çeşitli sebeplerle direnç göstermekten vazgeçiyor: Julie kaçamadığı, Dominique'se Karol'u ebediyen "kaybettiği.." için..

Karol'un tutumuysa aşkın gurura engel olmaması sanırım: Zira, Dominique'i çok seven Karol, onu hiçbi şekilde elde edemeyeceğinin farkında.. Başarıya ulaşabileceğini düşündüğü tek planın da işlemesi için Dominique'e yüklü bi para bırakıyor.. Ki, Dominique'in "en azından.." para için geleceğini biliyor.. Kendisi de Dominique'i sevmesine rağmen, mutlu olmadan evvel acı çektirmek istemesi, dahası bunu "aynı.." yöntemle yapması intikam-sevicilerin katharsis sağanağında yıkanmaya sebep oluyor.. Filmin, bu para kazanma hikayesini gerçekçi kılmak için Polonya'ya uğraması oldukça yerinde bi tercih haliyle..

Teknik açıdan üst düzey olduğunu belirtmeye gerek yok tabii..

*: Bu yazıyı The Cape May - Spring Flight To The Land Of Fire eşliğinde yazdım..
Read more

Trois Couleurs: Bleu


Krzysztof Kieslowski'nin vefatından önceki son çalışması olan Trois Couleurs üçlemesi, Fransa bayrağındaki renkleri ve onun sembolize ettiği özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temalarında dolaşıyor; ve fakat "tam olarak.." onları anlatmıyor, hatta zaman zaman ters-yüz ediyor..

Üçlemenin ilk filmi Bleu, çok ünlü bir besteciyle evli olan ve bu evliliğin "meyvesi.." kızıyla tatil için yola çıkan Julie'nin bi kazayla tüm hayatının alt-üst olmasını anlatıyor: Bu travmayı atlatmakta güçlük çeken Julie, tüm mal varlığını satışa çıkarıyor, eşinin Avrupa Birliği'ndeki tüm ülkelerin senfoni orkestralarının aynı anda çalacağı konçertosunu çöpe atıyor, kimseyle konuşmuyor ve başka bi eve taşınmaya karar veriyor.. Ancak, geçmişiyle tüm bağlarını koparıp yeni evine taşındığında, üzerinden atmaya çalıştığı "yük.."ten kurtulamıyor..

Taşındığı apartmanda çocuk istememesine rağmen, karşısına bi fare-anne ve fare-bebekler çıkıyor.. Arkadaş istemezken apartmanda hayatını show-girllük ve fahişelik yaparak kazanan (aslında yalnız uyumaktan delicesine korkan..) bi kızla arkadaş oluyor.. Eşinin konçertolarını kendisi bestelemesine ve bi daha müzik yapmak istemese, notaları duymamak için kafasını havuza (katran kazanı??) gömse de, melodiler duyuyor.. Onunla "asla.." birlikte olmayacağı mesajını vermek için bi kez yatmasına rağmen Olivier peşini bırakmıyor..

Tüm bunlardan kaçmak, onlarla yüzleşmemek içinse tercih ettiği şey yüzmek oluyor Julie'nin.. Ancak, bi noktadan sonra kaçamadığını fark ediyor: Bunu fark edişi eşiyle ilgili bi program oluyor: Olivier, yarım kalan konçertoyu tamamlamak istediğini söylüyor ve eşinin başka bi sevgilisi olduğunu öğreniyor Julie.. İkisiyle de görüşüyor: Eşinin sevgilisine (ve çocuuna..) evi verirken, Olivier'e konçertoda yardım ediyor-
aslında Olivier'in amacı da Julie'yi harekete geçirmek: Ve fakat, ben Julie'nin bunu bi "saldırı.." olarak yorumladığına inanıyorum: Kendi konçertosunu başka biri, birisinin tamamlayacağı düşüncesi Julie'ye motivasyon sağlıyor bence..

Ancak, Julie, konçertoyu tamamladığında başka bi duvara çarpıyor: Ya tüm dünya eşinin bestelerini kendisinin yaptığını öğrenecek ya da Olivier'in belki daha kötü olan konçertosuna razı olacak: Julie, ikincisini kabulleniyor (yenilgi??)-
ayrıca, yine başka bi enstantane de, sokakta flüt çalan kişiyle alakalı: Julie, bi gün kafede Olivier'le otururken, kendi konçertosundaki melodiyi o adamdan duyunca, ona "müziği nerden duydunuz??" diye soruyor, adamın siklemez cevabı karşısında Julie bişii demeden gidiyor..

Film, konçertonun tamamlanmış haliyle bitiyor..

Film, Julie'nin travmasını atlatmasını konçerto üzerinden anlatıyor: Parçalanmış hayatını daha da parçalayıp, kendisini "hiçbişii ama hiçbişii.." yapmama konusunda ikna eden, hatta ilk şokla intiharı deneyen ama başaramayan, sonrasında da ruhani acısını fiziksele çevirmek için elini yumruk yapıp duvara süren Julie'nin, ikiye bölünmüş benliğinin bi yanı ölmeyi delice isterken, diğer yanı hayatta kalmak istiyor.. Bu hayatta kalmak isteyen bölümünü bastırdıkça, karşısına (filmin sembolizmiyle birlikte..) her defasında daha büyük bi "gerçek.."le yüzleşiyor.. Eet, Julie kaçmayı başarabiliyor ve fakat travmasını/acısını dibine kadar yaşayan Julie, ayaklarıyla zemini itebiliyor (hayatta kalma güdüsünün galip gelmesi de diyebiliriz..)

Filmin, özgürlük temasıyla diil de, kendini tutsak etmeyle bağı var, eet: Nihilistik bi deneyime dönüşebilecek algı kapısını, Julie, aslında eski evinden getirdiği lamba süsüyle daha baştan (belki farkında olmadan, belki bilerek..) kapıyor.. Ve film de, hayatta kalmanın hikayesine dönüşüyor: Ancak, Julie, bu -yeni, durumu da kabullenmekte zorlanıyor bence.. Biraz daha banalite sınırına uzanırsam, Araf'ta kalmış/kalmak zorunda olan ruhların acısıyla tanışıyor ve biliyor ki, bundan kaçışı yok: Sadece "gülümsemek için kendini zorlaması gerektiğini.." öğreniyor, diyebiliriz..

Filmin görsel yapısı öylesine kusursuz ki, alıp götürüyor.. Müzikleri de olağanüstü..

*: Bu yazıyı Bitter Sweet eşliğinde yazdım..
Read more

I Spit On Your Grave ve Death Proof..


[Önce bi sigara..]

'78 yapımı I Spit On Your Grave ve Death Proof'u aynı yazıda buluşturmamın sebebi basit: Kadınların önce acı çekip, sonra intikam alması.. I Spit On Your Grave, ilk dağıtıma Day Of The Woman ismiyle çıkmasına rağmen, 2 sene içinde ismi üç kere değiştirilen ve son olarak da Boris Vian'a selam çakan bu isme kavuşmuş-
diğer adları da, I Hate Your Guts, The Rape And Revenge Of Jennifer Hill..

İki filmin de öyküsünü yazdıktan sonra diğer kısma geçicem..

I Spit On Your Grave, New York'ta yoğun bi tempoyla çalışan, "kadın dergileri.."nde kısa öyküleri yayımlanan ve güzel bi kadın olan Jennifer'ın, kendine izin vererek yazı geçirmek için Park Hill Lane'e taşınmaya karar vermesiyle açılıyor.. Yolda benzin almak için uğradığı istasyondaki üç kişinin ona yapacaklarından habersiz bi şekilde günlerini ilk romanını yazarak (dış-ses aracılığıyla kitabın bi bölümü okunuyor ve fakat felaket düzeyde olduğunu ve illa ki otobiyografik izler taşıdığını belirtmeme gerek yok sanırım..), güneşlenerek, hamakta sallanarak vakit geçiriyor Jennifer..

Bir markette çalışan Mwtthew'sa hala bakir olan bi adam, diğer üç kişi kendisini bu elem verici durumdan kurtarmak için bi plan yapıyor: Jennifer'ı Matthew'a sunacaklar.. Bunun için ilk önce kadını nehirde motorla gezerek ve tam karşısında daireler çizerek uzaktan rahatsız ediyorlar.. Ertesi günse, teknesinde güneşlenen Jennifer'ı kaçırıyorlar.. Kadını elleri ve bacaklarından tutup Matthew'a sunduklarında çocuk bunu "şu an.." istemiyor ve diğer adam kadına tecavüz ediyor.. Biraz zaman geçtikçe kadını yeniden sıkıştırıyorlar ve bu defa bi başkası anal yoldan tecavüz ediyor-
ancak bu sahne, tecavüz edenin berbat ötesi performansı yüzünden gülme krizlerine sokma potansiyeline sahip..

Evine zar zor ulaşan Jennifer, tam telefon açacakken yeniden saldırıya uğruyor ve Matthew, ona tecavüz etmeye çalışıyor ve fakat boşalamıyor.. Diğer biri, birisi de Jennifer'a şişe sokup, oral sekse zorluyor.. Olayların kontrolden çıkmaya başladığını hisseden ekip, Matthew'u Jennifer'ı öldürmesi yönünde ikna ediyor ve fakat Matt, bunu yapmıyor ve filmin ilk perdesi kapanıyor..

Sonrasında Jennifer'ın kendisine gelmesini, intikam için güçlenmesini ve hazır olduğunu hissetmesini izliyoruz: Kiliseye giden Jennifer, yapacakları için "af diliyor.."-
ne kadar gerekli, siz karar verin..
Sırayla herkesleri öldürüyor.. Ve fakat, ilk ikisini öldürmeden önce kendisini "sunan..", dahası Matthew'u bakirlikten kurtaran Jennifer'ın bu davranışını sonradan ele alıcaz da, ibre hakkaten şaşıyor..
Ve film, Jennifer'ın nehirdeki yolculuğuyla bitiyor..

Death Proof'sa, '07 yılında hayata geçen Grindhouse projesinin bi filmi: Açıkçası, o projede Planet Terror'a taptığım için Death Proof'u çok da sevememiştim, dahası Machete gibi olağanüst bi potansiyele sahip fragman da cabasıydı.. neysse,, Death Proof, alışık olduğumuz Tarantino geyikleri bağlamında bizi doyursa, dahası müthiş sahneler de barındırsa (tüm araba sahneleri misal..), onu I Spit On Your Grave'e yaklaştıran bi yapısı var-
aslında Kill Bill'i de bu bağlama dahil edebiliriz ve fakat, o film/ler../e fecii hasta olduğum için onu ayrı bi şekilde değerlendircem..

Death Proof da, bi intikam öyküsü, ki, hatta film gösterime çıktığında kadınların erkeği cezalandırmasını fecii müthiş bi buluş olarak niteleyip, filmin b-filmlere saygı duyarken, bi yandan da Tarantinesk (ki, bu kelimeden tiksiniyorum hakkaten..) özellikler taşıdığı, dahası feminist teoriyle okunduğunda müthiş sonuçlar verebilecek bi etüt olarak nitelenmişti.. Buna benzer yorumlar, tabii ki her zaman yapılabilir ve fakat sırf, filmin finalinde kadınların kazanıyor olması da bi filmi feminist yapmaya yetmez..

Death Proof'un hikayesiyse şöyle: Filmlerde dublörlük yapan Mike, bi akşam 5 kadını öldürüyor-
filmin birinci bölümü bunu anlatıyor, eet..
Kazadan ufacık sıyrık ve bikaç kırıkla kurtulan Mike, 14 ay sonra, yeni kurbanlarını buluyor: İlk bölümdeki kadınları andıran bi grup kadını gözüne kestiren Mike için bu defa işler beklediği gibi gitmiyor.. Ve sonunda kaybeden o oluyor..

Şimdi gelelim iki filmin de benzer yanlarına, yönlerine..
Öncelikle iki film de kadınları önce cezalandırıp, sonrasında onlara intikam alıdırıyor..
İki film de kadın oyuncularını sonuna kadar sömürüp, cinsel obje haline getiriyor..
İki film de gayet erkek kurallarının geçerli olduğu dünyada var olabilmenin yolunun erkek gibi olmak/davranmaktan geçtiğini işaret ediyor-
bilinçli ya da içselleştirilmiş bi şekliyle..

Açıkçası, aksiyon ya da kara film temasında suç/intikam kavramları öne çıksa da, bu tür filmlerin genellikle erkek kahramanları olmasına alışkınız, kaldı ki "femme fatale.." gibi bi geleneği kuran kara filmlerin kadınlara bakışını bu figür üzerinden genellemek de pekala mümkün: Ancak, işte bu yerleşik anlayışa alternatif olmak üzere ortaya atılan "female gaze.." kavramının, ya da baş karakterin kadın olduğu aksiyon, suç vs.. filmlerinin temel bi sorunu var: O da, bu tür filmlerde var olan şiddeti aynen muhafaza etmek: Bu tür filmlerde eleştirilen nokta baş karakterin kadın olmaması diil, açıkça, neredeyse çoğu filmde örtük bi şekilde hissedilen erkek egemen yapı: Yani siz, filmin yapısını diil, sadece başrolün cinsiyetini değiştirdiğiniz sürece, "yeni.." bişii söyleyemiyorsunuz ne yazık ki: Ve bu iki filmin de kazananlarının kadın oluşu aslında hiçbişiiyi değiştirmiyor: Bu noktada özellikle I Spit On Your Grave'in çok daha sıkıntılı bi yapıya sahip olduğunu belirtmek gerek..

İki filmin de erkek-sisteminde geçmesi ve bu dünyada var olabilmek için erkek gibi olmak/davranmak gerektiğine işaret etmesi konusuysa çok daha çetrefilli: Çünkü bunlar "suç.." filmi: O yüzden cinsiyet kavramını dışarıda bırakıp, suç üzerine konuşma konusu, işlediğim filmlerdeki "suç.."ların kadınlara yönelik olması dolayısıyla tam da tatmin edici bi şekilde gelişmez farkındayım ama, küçük bi parantez açıp değinebilirmişim gibime geliyor:
Suç filmlerinde, işlenen bi suç ve bunun bi de intikamı vardır: Hukuk ya da diğer yolların katharsis için devre dışı bırakılması "kabul edilebilir.." görünse de, bi yandan da şiddeti meşrulaştırma işlevi görüyorlar: Çünkü kahramanımız başlangıçta "masum.."dur, "kötü.." insanlar ona saldırırlar ve o masum kişiyi de bu çembere çekerler.. Bunu çekip uzatırsak, "çevremizdeki insanlar bizim için tehdit unsuru olabilirler, o yüzden sürekli tetikte olmalıyız.."a ulaşmak mümkün, aynen Death Proof'ta silah taşıyan ablamızın söylediği gibi: Bunu daha da çekip uzatırsak zenofobiye ulaşabilir miyiz??

I Spit On Your Grave'de şiddeti meşrulaştırmak için iki tarafın da sebepleri var: Erkeklerin amacı her ne kadar Matthew'un bakir yaşamına son vermekmiş gibi görünse de, ekibin başı filmin sonlarına doğru Jennifer'a "neden??" böyle bişii yaptıklarını açıklıyor: Çünkü erkekleri baştan çıkaran Jennifer'ın bizzat kendisi: Benzin istasyonunda bacaklarını sergileyen, Matthew'a gömleğinin altından sütyensiz göğüslerinin varlığını hissettiren, bikiniyle teknede "yem.." gibi uzanan.. İşte bunlar erkeklerin nedeni.. Jennifer'ın o sahneden sonra verdiği tepkiyse, hakkaten "ohaa.." dedirtiyor: Sonrasında adamı kastraste etmesinin hiçbi anlamı yok..
Jennifer için şiddet ancak tecavüze uğradıktan sonra meşru olabiliyor.. Ancak, kendisinin bunu yapma biçimi hiçbi şekilde doyurucu diil.. Filmin erkek fantezisi ürünü olduğu öylesine açık ki, insan bişii diyemiyor..

Death Proof'sa, kızlardan biri, birisine ölmeden dakikalar önce lap dance yaptırıyor, hatta bi tanesini ponpon kız bile yapıyor.. Filmlerden geriye kalansa büyükçe bi tortu oluyor, gitmiyor..

*: I Spit On Your Grave'in remakeini bu sene izleyebilcez galiba.. Bakalım o nasıl olacak??
Read more

Boxing Helena


David Lynch'in kızı Jennifer Chambers Lynch'in yönettiği Boxing Helena, aslında tahminimce bi yıl öncesinde ortalığı (her anlamıyla..) ayağa kaldıran Basic Instinct'in psikolojik-gerilim rüzgarından faydalanmak amacıyla hayata geçmiş bi proje.. Yoksa başka türlü açıklayamıyorum filmin bu kadar yapay ve sudan gerilimini.. Gerçi felaketle sonuçlanmış olması Jennifer ablamızı setlerden uzun, hem de çok uzun bi süre uzakta tutmaya yetti.. Yetmesine de, pre-Sofia Coppola olarak adlandırabileceğimiz Jennifer ablamız, muhtemelen Lost In Translation'la patlayıp, Marie Antoinette'le tarihi filmlere (gerçi kimileri zevzeklik olarak adlandırsa da..) yepyeni bi soluk getiren Sofia'yı örnek alarak "noolmuş kötü bi film çektiysem??" diye düşünüp, son iki yılda atağa geçip, kariyerine yeni bi ivme kazandırma çabasında ve fakat ne kadar başarılı olur, olur mu, orası meçhul haliyle.. Boxing Helena da, Jennifer'ın debut filmi-
eheh, bunu da kullandım :))

Boxing Helena, her ne kadar kağıt üzerinde "hımm, ilginç.." hissiyatı uyandırsa da, perdede cidden fecii yavanlaşan bi kitschlik abidesi.. Açıkçası filmden garip bi zevk aldığımı inkar etmiyorum haliyle, ancak bu filmin bariz kötü olduğu gerçeğini değiştirmiyor..

Hikayesi şu: Nick, Helena'yı delice bi saplantıyla seven bi cerrah.. Helena'ysa, Nick'ten neredeyse tiksinen ve diğer erkeklerle vakit geçirip, votkasını limon ya da nar suyuyla içmeyi seven bi ablamız.. Meksika'ya gitme planı yaptığı sırada, Nick, onu evinde verdiği bi partiye çağırıyor.. O gece Helena, Nick'e "olmaz.." mesajı vermek için süs havuzunda yıkanıp, Nick'in bi arkadaşıyla evi terk ediyor.. Çantasını orada unutan Helena, ertesi sabah havalimanına getirmesini rica ediyor Nick'ten.. Nick'se bi saat sonra gidiyor, çantada bi eksikle: Helena'nın tlf defteri.. Onu almak için eve geri döndüklerinde Helena, Nick'in patetik tüm çabalarını püskürtüyor ve fakat tam gidecekken Helena'nın bacakları arabanın altında kalıyor..

Tüm spoiler da burada başlıyor: Helena, 6 saat süren bi ameliyata alınırken, biz de bu sırada rüya gören Nick'in bilinçaltına uzanıyoruz: Eet, "meğer hepsi rüyaymış.." şeklinde özetlenebilir bi film Boxing Helena..

Gelelim Nick'e: Küçüklüğünden beri "sorunlu.." bi çocuk Nick, annesi bariz fallik-anne prototipinde, çocuunu "senden nefret ediyorum.." şeklinde kötü hissettirirken, onu kadınlardan korkan bişiiye dönüştürüyor: Bu yüzden Nick, erken boşalıyor (~2''..) Dahası, evindeki kolları ve bacakları olmayan heykel de, Helena'da vücut buluyor: Nick, sevgisini elde edemeyeceği Helena'yı kendisine mecbur bırakarak ancak onun sevgisini kazanabileceğini düşünüyor.. Kaza, bu fanteziyi harekete geçiriyor: Bi süre sonra Helena'nın kolları da yok oluyor ve tam anlamıyla Nick'e bağımlı hale geliyor.. Uzun bi süre Helena'yla sağlıklı bi iletişim kuramayan Nick, sonunda onu kazanıyor ve fakat, tam o sırada, başka bi erkek devreye girip, Nick'i devre dışı bırakıyor ve Nick uyanıyor..

Filmin mizansenleri hakkaten kitsch.. Özellikle de, Nick'in evde parti görüntülerini izleyip opera (muhtemelen Pavarotti..) dinleyip, içkisini yudumladığı sahne o kadar ama o kadar gereksiz ki, kim dramatik yapıya ne gibi bi katkısı olduğunu açıklarsa, fazlasıyla müteşekkir olacağım.. Onun dışında, filmin Sherilyn Fenn'in tüm cazibesini sonuna kadar sömürdüğü de aşikar.. Öyle ki, sırf kendisini soymak için "rüya içinde rüya.." sahnesi bile var -o derece, eet.. Oyunculuklar cidden yerlerde sürünüyor, ve malesef, kulağına pamuk tıkayınca, spor yaptırınca karakter yaratılmıyor.. Aynı sorun "güçlü ve özgür.." bi profil çizen Helena karakteri için de geçerli: Özellikle "cinsel açıdan özgür olmak.."la kol ve bacaklarından mahrum edilmek (cezalandırılmak??) arasında kurulacak bi bağlantı, bizi fecii sonuçlara götürebilir-
"şeytanın içine girmek için ateist kadının kızını seçtiği.." örnek bu konuda yardımcı olabilir misal..

Nerden tutsanız elinizde kalmasına rağmen, garip bi çekiciliği de olan bi film Boxing Helena.. İnkar edemiyor insan.. Ki, bundaki en büyük pay da Sherilyn Fenn'e ait, orası kesin..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.